Hiçliğin Takvimini Kutlamak mı, Anlamın İzini Sürmek mi?
Bugün, neye inandığını bilmeyen, neyi savunduğunun farkında olmayan, yalnızca kalabalığın yöneldiği istikamete yönelen yığınların aynı günü, aynı saati ve aynı ritüeli kutladığı bir ana şahit oluyoruz. Düşünmeden, sorgulamadan, aidiyetini test etmeden…
Bu tablo, modern çağın en derin krizlerinden birini gözler önüne sermektedir: sürü psikolojisiyle kutsallaştırılan anlamsızlık.
Hayat, artık bir gaye değil; tüketilmesi gereken bir zaman dilimi olarak algılanmakta, insan ise bu zamanın içinde yönsüz bir varlığa indirgenmektedir.
Oysa insan, iki hiç arasına sıkıştırılmış tesadüfî bir varlık değildir.
Necip Fazıl’ın çarpıcı ifadesiyle:
“Âlemin küfre göre hem başı hem sonu hiç;
İki hiç arasında varlık olur mu hiç?”
Eğer başlangıç da sonuç da “hiç” ise, yaşanan hayatın bir anlamı olabilir mi? İşte yılbaşı kutlamaları tam da bu hiçlik felsefesinin ritüelleştirilmiş hâlidir.
Kur’an, insanın varoluşuna dair en temel hakikati net bir şekilde ortaya koyar:
“İnsan, başıboş bırakılacağını mı zanneder?”
(Kıyâme, 75/36)
Bu ayet, insanın gelişigüzel yaşamak, anlık hazlara teslim olmak, “vur patlasın çal oynasın” anlayışıyla hayatı tüketmek üzere yaratılmadığını açıkça ilan eder. İnsan, iradesiyle, sorumluluğuyla ve ahlâkî yükümlülükleriyle var edilmiştir.
İnsanın varoluş gayesi Kur’an’da son derece açıktır:
“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”
(Zâriyât, 51/56)
Bu ayet, insanın hayatının merkezine kulluk bilincini, yani Allah’a karşı sorumluluk duygusunu yerleştirir. Kulluk; yalnızca ibadet ritüellerinden ibaret değil, hayatın tamamını kuşatan bir bilinçtir. Takvimler, günler ve geceler de bu bilincin dışında değildir.
Kur’an, insanın değerini ve potansiyelini şu ayetle ortaya koyar:
“Andolsun ki biz insanı en güzel biçimde yarattık.”
(Tîn, 95/4)
Ancak bu yaratılış, otomatik bir yücelik garantisi değildir. Aynı surenin devamında insanın düşüşü de anlatılır:
“Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.”
(Tîn, 95/5)
İnsan, eğer yaratılış gayesini unutur, fıtratından kopar, ölçüsüz hazların ve taklitçi ritüellerin peşine düşerse; en güzel kıvamdan, en aşağı seviyeye doğru savrulur. Yılbaşı eğlenceleri bu savruluşun modern simgelerinden biridir.
Sahabenin yaşadığı Zâtu Envât hadisesi, bu konuda son derece öğreticidir. Müşriklerin, savaşlardan sonra galibiyetlerini kutlamak için kutsal saydıkları bir ağacı (Zâtu Envât) vardı. Henüz cahiliye kalıntılarından tamamen arınmamış bazı sahabiler, masum bir niyetle Hz. Peygamber’e:
“Ey Allah’ın Resulü, onların Zâtu Envât’ı olduğu gibi bizim de bir Zâtu Envât’ımız olsun” dediklerinde,
Hz. Peygamber çok sert bir şekilde tepki vermiş ve onlara A‘râf Suresi 138. ayeti okumuştur:
“Şüphesiz bunlar, içinde bulundukları şeyler yüzünden helâk olacaklardır. Yaptıkları da boştur.”
“İsrailoğullarını denizden geçirdik. Kendilerine ait birtakım putlara tapmakta olan bir kavme rastladılar. Dediler ki: ‘Ey Musa! Onların tanrıları olduğu gibi, bize de bir tanrı yap.’ Musa dedi ki: ‘Şüphesiz siz cahil bir topluluksunuz.’”
(A‘râf, 7/138)
Bu ayet, başkalarının inanç ve ritüellerini taklit etmenin ne kadar tehlikeli olduğunu açıkça ortaya koyar. Şirk yalnızca putlara secde etmekle değil; anlamsız ve batıl ritüelleri meşrulaştırmakla da ortaya çıkar.
Yılbaşı kutlamaları da kökeni itibariyle seküler ve pagan bir zaman algısına dayanmakta; Müslüman’ın zaman bilinciyle hiçbir bağ taşımamaktadır.
Binanaleyh yılbaşı kutlamaları masum bir kutlama ve eğlenme değildir.
Yılbaşı, Müslüman için ne bir başlangıçtır ne de bir sondur. Çünkü Müslüman’ın zaman anlayışı, vahiy merkezlidir ve vahiy merkezli olmalıdır. Hicrî takvim, ibadetlerle ve kulluk bilinciyle örülüdür. Yılbaşı kutlamaları ise:
Tüketimi kutsallaştırır.
Hazcılığı meşrulaştırır.
Sorumluluk bilincini örter.
Kimlik aşınmasına yol açar.
Batıl bir zaman algısını normalleştirir.
Bu nedenle mesele sadece “kutlamak veya kutlamamak” meselesi değil; hangi dünya görüşüne ait olduğumuzu ilan etme meselesidir.
Kur’an, Müslüman’ın duruşunu şu ayetle tanımlar:
“Böylece sizi, insanlara şahit olasınız diye vasat (ölçülü ve dengeli) bir ümmet kıldık.”
(Bakara, 2/143)
Şahitlik; başkalarına benzeyerek değil, hakikati temsil ederek yapılır.
Müslüman, her popüler olana eklemlenen değil; her rüzgârda savrulmayan, ilkeleriyle ayakta duran bir şahsiyet ortaya koymak zorundadır.
Yılbaşı, Müslüman için kutlanacak bir gün değil; tefekkür edilecek ve uzak durulması gereken bir uyarıdır.
Takvimlerin değil, kalplerin değişmesi gerekir.
Gürültünün değil, hikmetin peşine düşmek gerekir.
Müslüman, hiçliğin takvimini değil; vahyin zamanını yaşar.
Ve bilir ki, hakikatin olduğu yerde taklit; kulluğun olduğu yerde savruluş olmaz.
Yılbaşı, süflî emellerin hayatı kuşatma projesidir.
İnsanı fıtratından koparan, anlamdan uzaklaştıran, sorumluluğu unutturan bir zaman mühendisliğidir.
Şeytanın, insan üzerinde attığı zafer çığlıklarının takvimlere işlenmiş hâlidir.
Söyle şimdi:
Sen neyi kutluyorsun ey kendine Müslüman diyen vassal?
Yok oluşun başlangıcını mı?
Ahlâksızlığın, israfın, ölçüsüzlüğün ve rezaletin devam etme iradesini mi?
İnsanı insan yapan değerlerin çözülüşünü mü?
Yoksa;
Hayatın anlamdan boşaltıldığı,
Hazzın ilahlaştırıldığı,
Sorumluluğun ertelendiği,
Fıtratın bastırıldığı hayvanca bir yaşayışın resmî başlangıcını mı?
Bugün kutlanan şey bir takvim yaprağı değildir.
Kutlanan; bilincin uyuşturulması,
kutlanan; ahlâkın askıya alınması,
kutlanan; yoldan sapmanın normalleştirilmesidir.
Ve şimdi, yazımın başına koyduğum soruyla bitiriyorum yazıyı, cevaplaman ve tefekkür etmen için...
Yılbaşı… Neyin başı?
Selam ve dua ile...
Engin GÜLTEKİN
Eğitimci-Yazar-Sosyolog