İnsan, zaman zaman yolunu şaşırabilir. İnançta, fikirde, duruşta savrulmalar yaşayabilir. Bu, insan olmanın tabiatında vardır ve çoğu zaman anlaşılabilir bir hâl olarak görülmelidir. Zira insan, hayatı boyunca arar; anlamı, hakikati, kendini arar. Ancak mesele, samimi bir arayışın ve içten bir sorgulamanın neticesinde değişmek değil; köksüzleşmektir. Mesele, yanlışla yüzleşmek değil; rüzgârın yönüne göre saf değiştirmektir. İşte tam bu noktada, “mahalle” meselesi yalnızca sosyolojik bir tartışma olmaktan çıkar; derin bir ahlaki problem olarak karşımıza dikilir.
Son dönemde yaşanan ve kamuoyuna yansıyan bazı olaylar, bu gerçeği bir kez daha acı biçimde hatırlattı. Ünlülere yönelik uyuşturucu operasyonları, ekran yüzlerinin ve medya yöneticilerinin karanlık taraflarını ifşa etti. Asıl dikkat çekici olan ise, işlenen suçtan çok, bu kişilerin geçmişlerinin özellikle gündeme taşınmasıydı. “İmam Hatip mezunuymuş”, “dini çevreden geliyormuş” vurguları, meselenin suçla değil, kimlikle ilişkilendirildiğini açıkça gösterdi. Oysa suç bireyseldi; ahlaksızlık şahsiydi. Fakat hedef alınan, bireyler değil; onların geçmişleri, yani terk ettikleri eski mahallelerdi.
Sekülerliğin en uç noktasına savrulmuş, hayat tarzı olarak her türlü sınırı aşmış bu isimler, kötülüğe bulaşınca bir anda “bizden değil” ilan edildiler. Dün “biz de sizdeniz” diyerek yeni mahallelerine yaranmaya çalışanlar, bugün aynı mahalle tarafından kapının önüne konuldu. Çünkü yeni mahalle, geçmişi affetmez; sadece kullanır. İşine yaradığı sürece yanına alır, yük hâline geldiğinde ise tereddüt etmeden kenara iter. Orada kimseye gerçek bir aidiyet verilmez; sadece geçici roller dağıtılır.
Bu tablo bize şunu açıkça gösteriyor: Mahallesini inkâr eden, yeni mahallesinde asla ev sahibi olamaz. En fazla misafir olur; o da geçici. Hele hele eski mahallesine söverek, değerlerini aşağılayarak, inandıklarını küçümseyerek yeni bir aidiyet kurmaya çalışanlar, aslında en büyük yanılgının içine düşerler. Çünkü bu tür bir kabul, samimi değil; taktiktir. Ve taktik üzerine kurulan her ilişki, ilk ciddi kriz anında dağılmaya mahkûmdur.
Benzer bir savrulmayı, bu kez din adına konuşan, dini söylemlerle öne çıkan bazı isimlerde de görüyoruz. Dün İslam’dan, ahlaktan, maneviyattan bahsedenler; bugün yönünü başka bir ideolojiye, başka bir kutsala çevirmiş durumda. Öyle bir Gazi güzellemesi yapılmakta ki, insan ister istemez şu soruyu soruyor: Aynı övgünün binde birini, öz babanıza yaptınız mı? Aynı vefayı, sizi büyüten değerlere gösterdiniz mi? Yoksa bu da yeni bir kabul çabasının, yeni bir sığınma arayışının tezahürü mü?
“Burada tartışılan bir isim değildir. Tartışılan, insanı savrulmaya götüren o ruh hâlidir; dün ‘gerici’ diye suçlananlara mesafe koyup, bugün bize gerici damgasını vuran aynı çevreye yaranmak uğruna eski mahalleye ateş açmak…”
Bu, bir fikir değişimi değil; kimliksizleşmedir. Ve o yeni mahalle de çok iyi bilir ki, bugün kendini inkâr eden, yarın onu da inkâr edecektir. Bu yüzden sana güvenmez; sadece seni kullanır.
Nitekim tarih ve tecrübe bunu defalarca göstermiştir. Ne kadar öfkeli olursan ol, ne kadar eski mahallene söversen söv; seni orada asla “kendilerinden biri” olarak görmezler. İlk fırsatta, “zaten geçmişte İslamcıymış”, “İmam Hatipliymiş” denir. Bir anda Yaşar Nuri’den beter ilan edilirsin. Alkışlar kesilir, omuzlar döner, kapı gösterilir. Dün vitrine konulan, bugün yük muamelesi görür.
Çünkü mesele ideoloji değil; sınıfsal ve kültürel kibirdir. Seni yanlarına alırken de eşit görmezler, gönderirken de merhamet etmezler. Sen, sadece kullanışlı bir örneksindir. “Bakın, o bile bizden oldu” demek için vitrine konulursun. Vitrin kırıldığında ise ilk atılan sen olursun. Geriye, ne eski mahallende karşılığı olan ne de yenisinde yeri bulunan bir yalnızlık kalır.
Tam da bu noktada herkesin kendine şu soruları sorması gerekir: Biz ne yapıyoruz? Kime benzemeye çalışıyoruz? Değerlerimizi gerçekten sorguladığımız için mi değişiyoruz, yoksa kabul görmek için mi? Eğer değişim, hakikatin çağrısıyla değil de alkışın cazibesiyle gerçekleşiyorsa, sonu kaçınılmaz olarak hüsrandır. Alkış geçicidir; vicdan ise kalıcı.
İnsan, mahallesini eleştirebilir. Yanlışlarını söyleyebilir. Hatta bazı şeylere mesafe koyabilir. Bu, düşünsel bir olgunluğun göstergesi olabilir. Ancak bunu inkâr ederek, hakaret ederek, geçmişini yok sayarak yapıyorsa; bu bir hesaplaşma değil, açık bir kaçıştır. Kaçışın sonunda varılan yer ise hiçbir zaman güvenli bir sığınak olmaz.
Bugün kapının önüne konulanlar, aslında dün kendilerini kapının önüne koymuşlardı. Kendi değerlerini, köklerini, hafızalarını sessizce kapının önüne bırakmışlardı. Şimdi yaşadıkları şaşkınlık, bu yüzden yersizdir. Çünkü başından beri değişmeyen bir hakikat vardı: Seni sen olduğun için değil, işlerine yaradığın için kabul ettiler.
Ve belki de asıl acı olan şudur: İnsan, bir yere ait olmak zorunda değildir; ama kendine ait olmak zorundadır. Vicdanını, ahlakını, samimiyetini kaybeden birinin; hangi mahallede yaşadığı artık önemsizdir. Çünkü insan, kendini kaybettiğinde her yerde yabancıdır.
Bir arayış, her zaman yüksek sesle yapılmaz.
Bazı arayışlar sessizdir; içte yaşanır, vicdanda yankılanır.
Ve bazen insan, kapıların önüne konulmadan önce durup şunu sormalıdır: Ben kimim, nereye aidim ve bu yol beni kendime yaklaştırıyor mu, yoksa benden biraz daha mı uzaklaştırıyor?
İşte bu soru, Bir Arayışın Sessiz Tanıklığıdır.