Ümit AKTAŞ

Tarih: 08.12.2025 15:21

ORTADOĞU’DA BARIŞI ARAMAK

Facebook Twitter Linked-in

6-7 Aralık günleri, İstanbul’da, Ortadoğu’da Barışı Aramak konulu uluslararası bir toplantı düzenlendi. Bu toplantı, yıllar önce bölgedeki toplumları birbirine yakınlaştırmak ve aralarındaki meseleleri müzakereler yoluyla çözerek barışa bir yol açmak için başlatılmış olan Doğu-Batı konferansını yeniden canlandırmak için bir girişimdi. Toplantıya Arap ülkeleri, İran ve Avrupa ülkelerinden katılan davetlilerle özellikle Suriye ve Filistin meselesi ve Siyonizm sorunu, İran Devrimi, Barış Süreci gibi bölgesel meseleler yanında toplumsal sorunların çözümünde şiddetin kullanımı ve barışçı yollar, demokratikleşme gibi meseleler tartışıldı. Oldukça ilgi gören bu girişim umulur ki yeni bir toplumsal ve siyasal yönelimin de başlangıcını oluşturur.

Bu toplantının ilk oturumu olan, Ortadoğu’da Yeni Düzen Arayışı: Demokrasisiz barış Mümkün mü? oturumunda yaptığım değerlendirmem şöyle:

Sömürgecilikle anılan 20. yüzyıl tarihi, Theodor Adorno’nun vurguladığı gibi, vahşetten insaniyete değil, sapan taşından atom bombasına giden tarihin en kanlı çağıdır. Bu yüzyıl içerisinde sömürgecilikle tam olarak hesaplaşılamadığı gibi, bundan çıkışın yol haritası da yine büyük ölçüde sömürgeci bakışla belirlenmiştirKemalist ulusalcılıklar ve Marksist sosyalizmlerle. Ki her iki model de kendi kurtuluşlarını silahlı savaşımlarla vererek sair halkları da aynı yola çağırır.  Öyle ki mesela Franz Fanon bile silahlı savaşımı sömürge halklar için sağaltıcı bir yol olarak görür. Beri yandan silahlı mücadeleyi olumlamayan mesela Rosa Luxemburg ya da Cevdet Said gibilerinin bakış açısı ise giderek itibarını yitirir. İnsanlığın o uzun ve kanlı tarihinin mirası olan ama henüz hakkında aklı başında hesaplaşmalar yapılmamış olan bu şartlar altında, silahlı mücadele kurtuluşçu ve özgürleşmeci savaşımların neredeyse mümkün yegâne biçimi olarak görülmeye devam edilmektedir.   

Oysa aynı yüzyıl içerisinde, Hindistan gibi devasa bir ülke, Gandi ve yoldaşı Abdülgaffar Han öncülüğünde verilen uzun bir silahsız mücadele akabinde bağımsızlığına kavuşmuştur. Güney Afrika’da başlayan ve silahlı mücadele ile başarılı olamayan özgürleşme mücadelesi ise silahsız bir yolla başarıya ulaşır.  İran İslam Devrimi de silahsız bir mücadeleyle sürdürülür. Filistin mücadelesinin en etkili olduğu süreç de yaklaşık on yıl süren Birinci İntifada dönemidir. 

Kısacası toplumsal bir mücadelenin etkili olabilmesinin yegâne yolu silahlı mücadele olmadığı gibi, silahlı mücadele bırakın bir halk için sağaltıcı bir çare olmayı, çoğu kez geride, sürdürdüğü şiddet sarmalından çıkamayan toplumlar bırakır. Öte yandan bu yöntem sömürgeci güçlerin silahlarına aynı yoldan cevap vermek gibi bir ezbere ve taklide dayandığından ve ihtiyaç duyulan silahlar da sömürgecilerden tedarik edildiğinden, egemen ve barbar güçlerle bağımlılık ilişkisi çaresiz devam eder.

Silahlara koşullu bir, barış için savaş kavramı, sadece bir oksimorondur. Silahlarla verilen savaşlar gerçekte toplumları sahici bir barıştan uzaklaştırır ve düşmanlıkları daha da çoğaltır. Barış için sürdürülecek yegâne insani yol ve yöntem, silahsız mücadele yollarıdır.  F. Nietzsche kadar Ali Şeriati’ye göre de gerçek bir savaşım, silahsız bir mücadeleye dayanır. Ki aynı yol Tolstoy, Gandi, Nelson Mandela, Martin Luther King ve Malcolm X tarafından da savunulur.

Postkolonyal ulusalcılıklar ise görece bağımsızlıklara kavuşsalar da, çizdikleri o yapay sınırlarla asla sonu gelmeyen bir savaşlar silsilesine ve bağımlılık ilişkisine yol açmışlar ya da sürüklenmişlerdir. Sömürgeciler tarafından Ortadoğu olarak tanımlanan Afro-Avrasya kıstağındaki toplumlar da, bu anlamsız sınırlar yüzünden yüz yıldır yine sömürgecilerden tedarik ettikleri silahlarla birbirleriyle savaşı sürdürmekteler. 

Çağımıza yaraşır olan ise bu değil. Sınırların şeffaflaştırıldığı, sorunların müzakerelerle çözümlendiği, toplumu mülkleştiren otokrasilerin tasfiye edildiği konfederatif birlikteliklerdir. Zira her biri kanlı savaşımlara yol açan bu sınırlar yapay, toplumsal gerçekliklerden uzak, halkları bölen, düşmanlaştıran ve barıştan uzaklaştıran mayın tarlalarıdır. Aklı başındaki insanlar ortak çözümleri bulmak kadar barış içerisinde yaşamayı da becerirler. Ancak bunun için ulusalcı zorbalıkların baskısından kurtulunması gerekir. 

Elbette ki sorun zorbalıklardan kurtulmakla bitmemekte. Asıl olanı birbiriyle boğuşmaksızın bir arada yaşayabilmenin yolunu bulabilmek. Avrupa işte bunun için demokrasiye ve sınırların önemsizleştirildiği bir birliğe yöneldi. Michel Foucault, Batı siyasetinin kökeni üzerine yaptığı araştırmalarında, demokrasinin cumhuriyetçi damarını Atina’ya dayandırırken, toplumcu damarı ise nübüvvet havzasına, pastoral yönetime dayandırır. Atina’daki yönetim biçiminde egemen sadece üretim araçlarından sorumlu iken, nübüvvet havzasındaki peygamberin ihtimamı ise toplum üzerindedir. Toplumcu damarın dayandığı pastoral yönetime nihai biçimini veren ise Hz. Muhammed’dir. Orada da aksayan, ilişkilerin bir çoban-sürü ilişkisini andırmasıdır. Bakara Suresinde bahsedilen raina ve unzurna ifadesi, toplumla peygamber arasındaki ilişkinin bir raiyet yani çoban ve sürü ilişkisine değil, insaniyet ilişkisine dayandırılmasına, yani birlikte düşünüp birlikte eylemeye dair bir uyarıdır. Ne var ki bu uyarının önü Muaviye’nin, ilhamını Sasaniler ve Bizans’tan alan teokratik ve otokratik yönetimi tarafından kesilir.  

Şûra’nın yani birlikte düşünme ve birlikte eylemenin siyasetten ve hayattan silindiği bu süreç, Müslümanları birlikte iş yapma pratiklerinden de uzaklaştırdığı gibi özsel etkinliklerini de engeller. Onların boyun eğdiği teokratik ve otokratik zorbalıkları aşma çabası ise Batı dünyasındaki cumhuriyetçi ve toplumcu siyasal arayışlarda ortaya çıkar. Ne var ki Avrupa birliği öncesinin egemen devletleri büyük ölçüde ulusalcı ve ırkçı tezlerin baskısı altında olup, bu örneklikler Kemalist ve Leninist yordamlarla Batı dışı toplumlara da taşınmıştır. Sömürgeci baskıların zoruyla Hindistan ve Osmanlı bölgeleri parçalanarak buralardaki halklar ulusalcı düşmanlıklara bölünmüştür. 

Bu tür ırkçı ve sınıfçı etkilerin aşılması için yerel birlikteliklere, demokratik özerkliklere ve toplumcu çoğulluklara ihtiyaç bulunmakta. Özellikle de şûra sistemi üzerinde yeniden durulmalı ve bu tarihsel miras, çağdaş birikimlerle birlikte düşünülerek, otokratik ve teokratik temel tarihsel aksamanın telafisi sağlanmalıdır. Toplumsal ve siyasal sorunlar savaşlar ve silahlı çatışmalarla değil, müzakereler ve benzeri barışçı yöntemlerle çözülmelidir. Ki bu herkesin azami fayda sağlayacağı ve asgari zarara uğrayacağı bir yoldur. Düşünsel, toplumsal ve siyasal pratiklerin yenilenmesine dair bu çaba, oldukça geç kalan ama sağaltıcı olabilecek yegâne tutumdur.

 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —