Ali BULAÇ

Tarih: 01.12.2025 14:39

Nifak ve münafık

Facebook Twitter Linked-in

Arapça “n-f-k” kökünden türeyen kelime etimolojik olarak, yer altında bulunan ve bir ucundan diğer ucuna gizlice gidilebilen işlek yol (tünel) demektir. İslâmî terminolojide ise, kısaca içi dışı bir olmayan, ikiyüzlü, Müslümanlar içinde Müslüman gibi görünerek gerçekte içlerinde küfür veya şirk inancını taşıyan kimselere denir. Bu kimseler legal ve illegal olmak üzere daima iki tutumu bir arada sürdürdüklerinden kendilerine güvenilmez. İç dünyalarını sakladıklarından hasbî değil, hesâbîdirler; bu yüzden her zaman bir tehlike arz edebilirler.

Her sosyo-politik sistemde, o sistemin referans aldığı felsefî/ideolojik görüşü paylaşmayan insanlar bulunabilir. Münafıklar da farklı bir sosyal kategori olarak İslâm toplumunun iç/kripto muhalifleri olarak görülebilirler. İnsan gruplarının temel hak ve özgürlüklerini; inanç, ibadet ve düşünce farklılığı olanların bu konumlarını tabiî karşılayan İslâm, muhalif çevrelerin varlığından rahatsız olmaz ve bu muhaliflerin inanç ve düşüncelerini baskıyla değiştirmeye ya da ibadet ve ayinlerine engel olmaya kalkışmaz. Nitekim tarihte “zımmî” adı altında toplanan gayrimüslim tebaanın geniş bir hukukî statüye sahip olduğunu biliyoruz. Zımmîler, Batı hukukundaki “azınlık” (ekalliyet) değildir; çok daha geniş hak ve özgürlüklere sahiptirler. Ancak buna rağmen Kur’ân’ın münafıklarla ilgili sert ve tehditkâr ifadeler kullanması, nifakın bilinen bir dine veya siyasî görüşe mensubiyetten daha farklı bir olgu olmasıyla ilgilidir.

Kur’ân-ı Kerîm münafıklara ateşin en alt tabakasını uygun görür (Nisa, 4/145). Affa mazhar olmaları mümkün olmayan müşrikler ile küfrü tercih edenlerin de nihayetinde gidecekleri yer ateştir. Ne var ki münafıklar için özel bir vurgu yapılmaktadır. Bunun birtakım haklı gerekçeleri vardır.

İslâm kamu hukuku, hangi inanç, din veya görüşte olursa olsun, kişi ve grupların sosyolojik varlıklarını güvence altına alan hukukî statüler tayin eder. Kişi ve gruplar birtakım özel durumları sebebiyle farklı konumlarda değerlendirilebilse de temel hak ve özgürlüklerin korunması anlamında hukukun üstünlüğü esastır. Müslümanlar için kamu hukuku tarafından korunan zarûrât-ı hamse (can, din, akıl, mal, nesil güvenliği) Müslüman olmayanlar için de korunur. Şu hâlde zımmî ile münafık arasında hukukî anlamda bir benzerlik bulunamaz. Daha önemlisi, münafık için hukukî olarak tayin edilmiş özel bir statü de yoktur. Bu ilk bakışta garip görünse de İslâm’ın genel ilkeleri bakımından ahlakî ve manevî bir tutarlığa işaret eder.

Ahlakî ve manevî erdemler açısından insan türünün en aşağılık mertebesinde bulunan münafığa, onun dinî ve siyasî tercihinin ne olduğunu biliyor olsak bile hukukî bir yaptırım uygulanamaz. Eğer davranış ve eylemleri —zahiren de olsa— İslâmî temel davranış biçimlerine aykırı değilse, ona karşı yapılabilecekler sınırlıdır. Bu durumda onun ne düşündüğünü bilmek hukukî bir anlam taşımaz. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Medine hayatında birçok münafığı tanımış, onların zararlarını görmüştür. Ancak buna rağmen onları açıkça “münafık” olarak işaretlememiş, haklarında herhangi bir müeyyideye başvurmamıştır.

Münafıklar potansiyel/gizli kâfirlerdir. Potansiyel bir durum kendini açığa vurmadıkça, yani aktif hâle gelmedikçe onlara karşı sadece zihnî/manevî tedbir alınabilir. Ancak hiç kimse potansiyel muhalif oluşundan dolayı yargılanamaz, kendisine ceza takdir edilemez.

Bütün bunlardan dolayı Kur’ân-ı Kerîm, münafıkların içinde bulundukları manevî ve ahlakî kirliliği sergilemekle yetinir; ahirette uğrayacakları dramatik akıbeti tasvir eder. Kur’ân’a göre münafığın en önemli özelliği, kalben hasta olmasıdır. Başka bir deyişle nifak, kalbin hastalığıdır. Münafıklar ile kalplerinde hastalık bulunanların birlikte zikredilmesinin (Enfal, 8/49; Ahzâb, 33/12) sebebi, ikisi arasındaki ahlakî özdeşliğe dikkat çekilmesidir. Bu da münafığın kişiliği zedelenmiş, manen olgunlaşamamış, zaaflarına yenik düşmüş, güvensiz, korkak, dürüst davranmayı riskli bulan tehlikeli bir kimse olduğunu gösterir. Cesaret ve şecaat, kişinin manevî ahlakını açığa vurmasını gerektirir; münafık ise bu cesaret ve şecaattan yoksundur.

Münafık daima güç odaklarının muhtemel hesaplarını yapar; hayatına yön veren pusula reel politikadır. Çeşitli askerî ve politik grupların nezdinde yatırımlar yapar. Böylece zamanın aleyhine dönmesine karşı tedbir aldığını düşünür (Maide, 5/52). Bu kişilerden mertçe bir mücadele, savaş alanında dürüst ve âdil davranış beklenemez. Himayesinde oldukları kimselerde bir zaaf görürlerse, ortaya çıkan fırsatı kullanmakta tereddüt etmez, ihaneti ahlaksızlık saymazlar. Uhud Savaşı’na çıkarken ordudan kopup geri dönen Medineli münafıklar, bunu stratejik bir hamle saymışlardı. Bu, Müslümanlar arasında moral çöküntüsü oluşturma çabalarının yanı sıra Mekkeli müşrikler ve Medineli Yahudilerle ittifak kurma hesaplarının da parçasıydı.

Alışılagelmiş zamanlarda münafıklar yeraltında, karanlık mahfillerde ve sessizce çalışmayı tercih ederler. Entrika ve desise (keyd ü mekr) zihnî motivasyonlarının sonucudur. Kalplerinde hastalık bulunması, İslâm’ın sunduğu hayat tarzı, görev ve sorumlulukların onları tatmin etmemesi veya kendilerine zor gelmesinin sonucudur. Oysa ruhsal, zihnî veya sosyal açıdan bir konudan memnun olmayan kişi muhalif görüş ve eleştirilerini açıkça ortaya koyabilir; gerekirse fiilî mücadele verir. Bu, tavır koyabilme gücünü gösterebilenlere özgüdür. Münafık ise bu cesaretten yoksundur. Daha aşağılık yollara başvurur; gösteriş için namaz kılar, Müslümanlardanmış gibi görünür (Nisa, 4/142; Tevbe, 9/54). Ancak yalnız kaldığında ne namaz kılar ne de İslâm aleyhine faaliyet göstermekten geri durur. Bu nedenle Medine döneminde sahabe, sabah ve yatsı namazlarının münafıklara ağır geldiğini ifade etmişti. Çünkü inandığı için değil, aldatmak için namaz kılan birinin bu vakitlere riayet etmesi, gösteriş yapamadığı durumlarda ağır bir külfettir.

Münafıklara dünyevî-hukukî bir yaptırım uygulanmamasının sebebi, bu kavramın istismara açık oluşudur. Aksi hâlde kendini hakikatin merkezine koyan bazı Müslümanlar, görüşlerine uygun bulmadıkları samimi müminleri münafıklıkla suçlama tehlikesine düşebilirler. Bu durum çok tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Madem ki nifak kalpte gizlenen bir duygu ve düşüncedir ve biz insanlar başkalarının kalplerini okuyamayız; o hâlde kendini Müslüman olarak tanıtan ve zahiren öyle görünen herkes hakkında hüsn-ü niyet beslemek zorundayız. Nitekim Peygamber (s.a.s.) tarafından isimleri bilinmesine rağmen münafıklar açıklanmamış, Medine’de diğer Müslümanlar gibi muamele görmüşlerdir.

Buraya kadar anlattıklarımız İslâmî literatürde “akîdevî nifak” olarak bilinen türdendir. Bunun yanında bir de “amelî nifak” vardır ki, kişi gerçekte ve kalben münafık olmadığı hâlde davranışları münafıkların davranışlarına benzer. Bu sakınılması gereken bir durumdur; nefsin istek ve tutkularının sebep olduğu bir ahlakî zaaftır. Hz. Muhammed (s.a.s.), bu zaafın yol açabileceği tahribata dikkat çekerek şöyle buyurmuştur:

“Münafığın alâmeti üçtür:

Konuştuğunda yalan söyler,

Söz verdiğinde sözünü yerine getirmez

Ve kendisine bir şey emanet edildiğinde ona ihanet eder.”

(Buhârî, İman 24; Müslim, İman 107)

Yalan söylemek, sözü tutmamak ve emanete ihanet, ahlakî düşüşün göstergeleridir. Nefsine yenilen bir Müslüman bu hata ve günahları işleyebilir. Bu, onun gerçek anlamda münafık olduğu anlamına gelmez. Aksi hâlde yalan söyleyen herkesi münafık saymak gerekir. Oysa kişi Müslüman olduğu hâlde davranışları mü’mince olmayabilir; ancak benzerlik, özdeşlik anlamına gelmez.

Kendi öz varlığı ve Allah karşısında ahlakî tutarlılık adına olduğu kadar başkalarını suizan içine düşürmemek adına da doğruluk, ahde vefa ve emanete sadakat, Müslümanın en belirgin ahlakî tutumu ve davranışı olmak durumundadır.

 

Kaynak: turkishpost.net


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —