Yusuf YAVUZYILMAZ

Tarih: 15.08.2025 10:01

Millet, Ulus, İsrail’in Güvenliği ve Çözüm Süreci

Facebook Twitter Linked-in

“Millet” kavramı ile “ulus” kavramı semantik olarak aynı düzlemde değildir. “Ulus” kavramı aynı etnik kökenden gelen topluluğa işaret ederken, millet kavramı aynı inanç grubuna ait olanları ifade eder. Millet-i İbrahim kavramı bunu anlatır. Bundan dolayı “Biz Araplarla bir millet değiliz” ifadesi bir cehalete işaret eder. Çünkü bütün Müslümanlar bir millettir.

Türkiye’de Kemalist ulusalcılar millet değil, ulus kavramını daha çok kullanırlar. Çünkü millet kavramında dini bir gönderme vardır. Ulus, aynı etnik kökeni tanımlarken millet aynı inanca sahip olan topluluğu anlatır.

Türkiye modernleşmesi ile kurulan devlet bir ulus devlettir. Ulus devlet, ulus kimliği oluşturmayı hedefler. Bu nedenle Türk kimliği araştırmaları büyük ölçüde yaygınlaşmıştır. Türk kimliği, modernleşme dönemimde İslam kimliğine karşı yeni bir kimlik arayışı olarak inşa edilmeye çalışılmıştır. Ancak bu kimliğin kapsamı müslüman bilinç için kabul edilebilir değildir. Kemalist Türk ulusalcıların tüm Müslümanları inançları gereği kabul ettikleri ümmet bilincini kabul etmemeleri anlaşılabilir. Bu yüzden İslam milliyetçilikle uzlaşmaz bir noktada durur.

Her paradigmanın kendine özgü bir dili vardır. İslami paradigma ile milliyetçilik yapılamaz; daha da önemlisi ulus devlet inşa edemezsiniz. Bu yüzden Kemalist ulusalcılık yeni bir dil inşa etmeyi amaçlamıştır. Esas amaç ümmet anlayışından ulus anlayışına dönüştür. Kuşkusuz bu amaç yeni bir kültür devrimi anlamına gelmektedir.

“Türk Tarih Tezi” ve “Güneş Dil Teorisi” ümmetten ulus inşa etmek için yapılan entelektüel arayışlardır.  “Türk Tarih Tezi” ve “Güneş Dil Teorisi’nin en temel arayışı, dili ve tarihi, din dilinden ve tarihinden arındırıp sekülerleşmektir.  Erken Cumhuriyet dönemi bu arayışların en üst düzeyde olduğu zamanlardır.

Yaşadığımız, çelişkilerden biri de devlet dili ile halkın dilinin ayrışmasıdır. Bu durum devletin ideolojisi ile halkın inançlarını farklılaştırmıştır. Bugün hala bu anlayışın sıkıntılarını yaşamaktayız.

Ulusalcıların ümmet kavramına karşıtlığı, ümmetin ulus kavramını işlevsiz hale getireceği korkusundan ve endişesinden kaynaklanıyor. Aslında bütün milliyetçiliklerin hedeflediği ulus devlet, milliyetçi bir anlayışa dayanır. Bütün milliyetçi felsefeler, ümmet kavramının milliyetçiliği engellediği ve ulus bilincimi zayıflattığını savunurlar. Öte yandan “Ulus devlet”, doğası gereği, dini ve etnik çoğulculuğa uygun değildir. Bundan dolayı Türk milliyetçiliği ve ulusalcılığı felsefi kökenleri gereği çoğulculuğa elverişli değildir. Sosyolojik olarak Osmanlı sonrası Anadolu’nun ulus devlet formu içinde örgütlenmesi mümkün değildir.

Kemalist ulusalcıların ulus üstü değerlere gönderme yapan ümmet kavramına karşı duyduğu endişesinin kaynağı, ümmet anlayışının ulus bilincini zayıflatacağı endişesidir. Ulus devletin merkeziyetçi, milliyetçi ve otoriter yapısı, kurucu etnisite dışındaki etnisitelerin haklarını sağlama konusunda yetersiz, etnik ve dini çoğulculuğa barış içinde yaşamasına uygun değildir. Türkiye modernleşmesinin özellikle Tek Parti Dönemi ve onun miras bıraktığı ideolojinin kültür ve eğitim politikalarına bakıldığında bu gerçek açıkça görülmektedir.

Geçen zaman bu Türk merkezli, dini olabildiğince dışlayan ve toplum üzerindeki etkisini sınırlandırmayı hedefleyen ulusalcı politikanın sürdürülemez olduğunu ortaya koyunca devlet yeni bir arayışa girmiştir. İşte çözüm süreci bu arayışın ürünüdür. Bu arayış yapılan hatalara karşın ilkesel olarak desteklenmelidir.

Milliyetçilik ve onun siyasal formu olan ulus devletin İslam düşüncesine uzaklığı açıktır. Hz. Peygamberin deyişiyle, “İnsanlar bir tarağın dişleri gibi eşittirler.” Bu anlayıştan milliyetçilik, ulusalcılık ve ulus devletin çıkma ihtimali yoktur.

Ulus devletlere meşruiyet kazandırmaya çalışan bazı çevreler, “İsrail’in bölgedeki ulus devletleri tehdit olarak gördüğü ” değerlendirmesini öne çıkarıyorlar. Öncelikle bu değerlendirmeye hiç katılmıyorum. Çünkü bu yorum tarihsel gerçeklere aykırı ve tutarlı bir temeli yoktur. Laik ulus devletler, İsrail ve Batı tarafından tehdit olarak görülmesi şöyle dursun desteklenmektedir. Çünkü laik ulus devletler Batı siyaset felsefesinin ürünüdür.

Öte yandan, İsrail’in bölgedeki ulus devletleri tehdit olarak gördüğü anlayışı mantıklı ve tutarlı bir analiz değildir. İsrail’in bölgede düşman olarak gördüğü, ulus devlet olmasına karşın dini bir kimliği ve siyasal sisteme sahip olan,  tek devlet İran’dır. Ulus devletlerin İsrail’i korkutacak bir amaçları yoktur. İsrail’in çekindiği bu ulus devletlere İslami düşünceye sahip iktidarların egemen olması korkusudur. Mısır’da İhvan kökeninden gelen Mursi’ ye karşı yapılan darbe ulusalcı ve milliyetçi bir darbedir. Bundan dolayı Batı tarafından desteklenmiştir. Çünkü Mısır ulusalcısı olan Sisi’nin İsrail’e dönük bir tehdit oluşturması mümkün değildir. İsrail bölgedeki ulus devletleri niçin tehdit olarak görsün? Tam tersine İsrail laik ve milliyetçi ulus devletleri onaylamaktadır.

Karşılaşılan bir soruna farklı bir bakış açısı getirmeye çalışanların karşısına hep şu milliyetçi muhafazakar motto çıkar: ” Bekara karı boşamak kolaydır. ” Bu ifade, yeni bir çıkış yolu aramayı olumsuzlayarak var olan kötü düzenin sürmesini sağlamak amacındadır. Ahlakı ve idealleri realitenin kötü zeminine gömer. Unutulmamalıdır ki, Hz. Peygamber tebliğe başladığında en büyük düşmanları Arap muhafazakar milliyetçileriydi.

Öyle görülüyor ki, Türkiye modernleşmesi aradan geçen bunca zamana karşı Kürt sorununu çözemedi. Bu sorunun bir yanı ulus devletin milliyetçi yapısıyla ilgilidir. Türkiye modernleşmesi Türk kavramı üzerine kuruludur. Burada temel nokta “Türk nedir” ve bu kavram Kürtleri kapsıyor mu” sorunudur. Soruna etnik açıdan bakarsak bir etnik grubun diğerini kapsaması mümkün değildir. Özellikle Cumhuriyet modernleşmesinin ilk yıllarında “Bir Türk dünyaya bedeldir”, Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur”, gibi söylemler; pratik uygulamadaki yer yer ırkçı yaklaşımlar, Türklüğün etnik temelde ” Türk soyunun yüceltilmesi ekseninde algılandığını gösteriyor. 1990’lı yıllara gelindiğinde ise bu söylem yerini “kültürel Türkçü anlayışa bıraktı. Burada Türklük etnik değil, kültürel bir boyutta yeniden tanımlanıyordu. Bu açılıma zorlayan sebep Kürtlerin kendilerini Türk saymamaları idi. Yaşanan durum, yeni bir sorunun eşiğine bizi bırakmıştır: Ulus devlet ve onun temel ideolojisi olan milliyetçilik farklı din ve etnik grupların barış içinde bir arada yaşamasına elverişli midir? Türkiye buradan yeni bir sözleşme yaparak çıkmak zorundadır.

İnsan düşünen bir canlıdır. Onu diğer canlılardan farklı kılan akıl ve irade sahibi olmasıdır. Bundan dolayı insan sürekli var olan kalıpları zorlar. Ancak çoğu insan geleneğin, yaşadıklarının dışına çıkmaya cesaret edemez. Bundan dolayı hakikat arayışına çıkanların en büyük düşmanı geleneksel düşüncenin zihnini esir aldığı insanlardır. İslam dünyası ne yazık ki, entelektüel yönden bir hayli sıkıntılı bir zamandan geçmektedir. “İslam dünyası toplumlarında Müslüman kitleleri kendi arzu ve istekleriyle, sömürgeleştiren, düşüncesizleştiren, akılsızlaştıran, dünyayı/tarihi ve gerçeği görme yeteneklerini yok eden, kitleleri geçmişe doğru yönlendiren, geçmişe doğru kaçmalarını öğütleyen, bilinçsizliği ve iradesizliği tahkim eden patolojik bir bağımlılık, mistik/batıni/ahbari/tasavvufi bir bağımlılık, günümüzde genişleyerek/yayılarak etkisini sürdürüyor. İslami bünyeyi içeriden kuşatan, baskılayan, güçsüzleştiren, etkisizleştiren bu bağımlılık, bugün, dışarıdan dijital devrim yoluyla dayatılan dijital bağımlılıkla, kölelikle, büyülenmeyle bütünleşerek, toplumlarımızda olumsuz/yıkıcı sonuçları olan travmatik bir değişim/dönüşüm iklimi/ortamı oluşturuyor.” (Atasoy Müftüoğlu-Varoluşsal Hesaplaşmalar, Mahya Yayınladı, S:119)

Müslümanlara düşen sorumluluk, hayatını İslami değerlere uygun olarak yaşamak iradesini göstermek ve bunun için mücadele etmektir.

 

Kaynak: farklı bakış


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —