Ümit AKTAŞ

Tarih: 24.12.2025 18:11

KÜRESEL SİYASET VE SÖMÜRGECİLİK

Facebook Twitter Linked-in

İngiliz Milletler Topluluğu veya resmî adıyla Milletler Topluluğu (Commonwealth of Nations), geçmişte Britanya İmparatorluğu'na bağlı ve günümüzde de Birleşik Krallık'ın parçası olan elli civarında ülkenin oluşturduğu uluslararası bir koalisyondur. Kral III. Charles, bunların on altısında devlet başkanı pozisyonundadır ve bunu atadığı genel valiler aracılığı ile sürdürür. Kral, İngiliz Milletler Topluluğunun da başkanıdır. Topluluğun nüfusu 2. 5 milyardır.” (Kaynak: Vikipedi)

İngiliz sömürgeciliğinin bu mirası, en aleni bir kolonyal topluluktur ve onca olup bitene rağmen tâbilerini hâlâ biçimsel de olsa ortak bir topluluk bünyesinde tutabilmektedir. İşgal ettikleri Kuzey Amerika’daki yerli halkı katlederek topraklarına yerleşen ABD ise günümüz sömürgeciliğinin başat aktörü olsa da, egemenliği tâbilerince bu denli içselleştirilmediğinden -bunu da umursamadığından-, egemenliğini dünyanın birçok ülkesinde konuşlanan askeri üsleri ve birlikleri aracılığıyla sürdürmekte. İngiltere’yi efendi pozisyonunda tutan ise silahlı gücü değil, stratejik aklıdır. ABD ise silahların gücünü bu tür bir akla yeğlediği bir hoyratlık içerisinde, efendilik pozisyonunu askeri üsleri vasıtasıyla sürdürmekte. Her ne kadar bu konuda ABD kadar iddialı olmasalar da, Rusya ve Çin’in de kendilerine bağımlı tuttuğu toplumlar ve ülkeler bulunmakta.

Sömürgeciliğe karşı verilen savaşımlar sömürgecileri işgal ettikleri topraklardan çekilmeye zorlasa da, bu geriye çekiliş, sadece sömürgelerin isyanına dayanmayan, yerleşimci sömürgeciliğin de işgalin maliyetiyle ilgili olarak gerek gördüğü bir stratejik adımdır. Sömürgeleştirilen toprakları işgal etmenin (kolonyalizmin) maliyeti ve de bizzat bu topraklarda bulunmanın gereksizleştiği bir sömürü biçimine, yani sömürgeliğin içselleştirilmesine ve bağımlılığın derinleştirildiği gerek finans kapitalizme gerekse askeri ve endüstriyel bağımlılık aşamasına geçilmesiyle ilgili bir hesaplılık.

Walter Benjamin’e göre, madunların tarihi bize içinde yaşadığımız olağanüstü halin istisna değil, kaide olduğunu söyler. Yaşadıklarının bir yazgıya dönüşmesine yol açan ise bu yazgıyı değiştirmenin düşünsel ve stratejik yetersizliklerinden ziyade silahlardan yoksunluklarına vermeleridir. İşte bu yüzden sömürgeciler çekilse bile, geride bıraktıkları ama onların üstünlüklerine dair kabulü içselleştiren sömürge halkları, öğrenilmiş bir çaresizlikle bağımlılıklarını sürdürürler. Aslında kendilerine özgü değerleri olsa da bu değerlerin altında bile ezilirler ama sonuçta değerler ezilmez, dünyanın başka iklimlerinde yaşar ve çiçeklenir.

Kendilerine bağımsızlık bahşedilmiş ve bu yeni duruma uyum sağlamaya çalışan tâbiler (madunlar), içselleştirdikleri o bağımlılık halinden bir türlü çıkamadıklarından, efendinin dilini konuşur, kriz anlarında onun aklına başvurur ve silahlar da dahil olmak üzere onun ürettiklerini kullanırlar. Gazze halkı gibi, bilincinde oldukları onurlarıyla direnç odakları oluşturmaya çalışanların tavrı ise tüm doğal dengeleri altüst eden ve âleme de ibret olan silahların şiddetiyle ezilir. Bu durumun görünürlüğü Şarm el Şeyh’teki toplantıda oldukça belirgindi. Orada uslandırılamayan bir yerelliğin (Filistin’in) sorumluluğu, uslandırılmış yerellikler tarafından üstlen(diril)ilirken Türkiye, Mısır ve Katar gibi bazı yerel seçkinlere de göreli bir rol atfedilir: bölgesel denetim ve temsilcilik rolü. Aslında bu, bir tür sürüklenmedir. Küresel kapitalizm kendi ivmesine uyum sağlayamayan yerellikleri bu tür temsilciler yoluyla baskılamakta ve sürüklemekte, denetimin yerel aktörlere verilmesiyle de tâbiliğin içselleştirilmesi kolaylaştırılmaktadır.

Bu durumun paradoksal aktörü ise o toplantıda bulunmayan İsrail’dir. İsrail yerleşimci sömürgecilikten yerelleştirilmiş/taşralaştırılmış sömürgeciliğe geçişteki bu paradoksal rolü nedeniyle çevresinde bir tehdit yaratsa da, tam anlamıyla sorunsallaştırılmış da değildir. Zira o her ne kadar üstesinden gelinemeyen bir silahlı güç olsa da, esasında finans kapitalizmin yaratıcıları olan Yahudilerin ulus devlete razı edilmiş halidir. Nasıl ki finans kapitalizm onların eseri ise onları yerleşimci sömürgeciliğe razı ederek bu topraklarda yerelleştirmek de küresel sömürgeciliğin marifetidir ve bu konuda Batı dünyasının tüm aktörleri mutabıktır. 

Öyle ki bu yolla, sömürgeciliğin en büyük ve kritik alanına (Afro-Avrasya kıstağına) uzaktan nüfuz edilmekte ve bu alandaki bağımlılık ilişkisi, yaratılan bu temsiliyet/vekâlet üzerinden denetlenmektedir. Çünkü denetim artık salt işgalciliğin yereldeki güçleri tarafından yürütülen statik bir ilişki biçimi değil, işlevsel kritik noktalar etrafında yaratılan krizler yoluyla sürdürülen dinamik bir ilişkidir. Ne var ki özellikle son Gazze direnişi akabinde, donatılmış olduğu tüm modern aygıtların şaşaasına karşı İsrail, şiddetin çıplaklaştırıldığı bir acımasızlığın etkisine rağmen, hiç olmadığı kadar taşralaş(tırıl)mıştır. Zira BM toplantı salonunda dinlenmediği gibi Filistin halkına uyguladığı acımasız şiddet nedeniyle de dünyanın her yerinde lanetlenmektedir. 

Buna karşı Rusya-İran-Suriye işbirliği, stratejik bir akıldan yoksun olması nedeniyle, bölgede karşı bir statüko oluşturayım derken, bölgeyi daha da ABD-İngiltere-İsrail cephesine itmiştir. Rusya-İran işbirliğinin eski sömürgeciliğin zora dayanan kabalığıyla malûl stratejik zaaflarını değerlendiren ABD, kendi ittifakının yanına Katar ve Türkiye’yi de monte ederek, uslandırılıp ıslah edilmiş HTŞ üzerinden gerçekleştirilen operasyonu sonucu, Suriye’deki patronajı değiştirerek, orası da ABD-İngiltere eksenli küresel bağımlılık ilişkisine dahil edilmiştir. Bu tür bir değişimin yaşanmasında, Suriye’de üçüncü yol fikrinin reddedilmesinin oldukça yıkıcı etkileri olduğu ise meseleye günümüzden bakıldığında apaçık görülmektedir.

Sömürgeciliğin bu aleni işgali karşısında, bölgesel aktörlerin bu küresel sorunu görmezlikten gelen ve hatta küresel aktörlerle (ABD-İngiltere veya Rusya-Çin) muhalif unsurlara karşı işbirliğini yeğleyen tutumları, küresel güçlerin bölgeye müdahalelerini de meşrulaştırmaktadır. Dünyanın coğrafi ve kültürel merkezi olan bu bölge ülkelerinin birbirlerine karşı sürdürmeye çalıştıkları bu kirli manevraların, rol kapma çabalarının ve işbirliklerinin bedeli tüm bölge halkları tarafından ödenmektedir. Sözümona göreli kazanımların çıktısı, yerel halkların birbirlerine karşı sürdürdükleri ve yüz yılı aşan bir süredir devam etmekte olan yerel savaşımların önlenmesi adına, küresel güçlere ödenen kanlı bir bedeldir. Oysa elimizde bu maliyetleri önleyecek oldukça kolay ve kansız bir bedel bulunmakta: Yerel sorunların müzakerelerle çözümlenmesi ve BARIŞ. Ancak bunun gerçekleşmesi için kirli seçenekleri bir kenara itecek olan yerel inisiyatiflerin belirginleşmesi gerekiyor. Küresel güçlerin bölge üzerindeki tüm yığınakları ise işte bunun önlenmesine matuf bulunmakta.

Yerel toplumlar, göreli de olsa bir bağımsızlığı ve inisiyatifi gerçekleştirmek için öncelikle madunu oldukları küresel sistemin bir çözümlemesini yapmak ve onunla hesaplaşmak mecburiyetindedir. Oysaki Birinci Dünya Savaşı sonrasında bağımsızlaşan ülkeler maduniyetlerine dair içsel sorunlarının bu göstermelik bağımsızlaşmalardan daha derin ve önemli olup olmadığını yeterince tartışmış değiller. Bağımlılıklarını saklı tutan bir ulusallaşma süreci İkinci Dünya Savaşı sonrasında da sürmüş ama bu mesele ülke halkları tarafından sorunsallaştırılıp derinleştirilemediği için, bağımsızlıkları da bu biçimselliğinden kurtularak özselleşememiştir. 

Bunun en önemli içsel sebebi ise ulusallaşmalar dalgasının etkenleri olan Kemalist ulusalcılığın ve Sovyet sosyalizminin ikili işlevidir. Etkileyici bir küresel dalga olan ulusal bağımsızlaşma heyecanı Muhammed İkbal’i ve Reşid Rıza’yı bile büyülemişken, meseleye daha temelsel bakan Rosa Lüxemburg’un veya Sultan Galiyev’in eleştirileri umursanmamış, Gandi ve Abdulgaffar Han’ın ulusalcılığa karşı direnen bakış açıları ise verilen mücadeleyi sadece bağımsızlaşmaya ve hatta sömürgecinin taklidine indirgeyerek, bir süre sonra unutulmuştur. Dolayısıyla da Sovyetlerin ve Kemalizm’in asıl işlevi bir tür Truva Atı etkisidir. Sömürgeciliğin stratejisindeki bu araçsalcı etkiyi fark edemeyenler bir süre sonra tâbi tutuldukları durumu içselleştirecek ve bağımlılıklarını farklı yollarla sürdüreceklerdir.

Bu içselleştirme sürecinin son hali, Şarm el Şeyh’teki o mahut fotoğraftır. Sömürgecinin yeni halinin içselleştirildiği bu fotoğrafta doğal olarak günümüzün popüler Truva Atı yani İsrail yoktur. Zira ve hatta tâbileri ürkütmemek için olmamalıdır da. Truva Atının yeni ideolojisi olan Abraham anlaşmaları ise bir kültürel uzlaşmadan daha ötesidir. Zira anlaşmayı öneren İsrail, asli anlamıyla İbrahim’in değil, küresel statükonun temsilcisidir. Küresel statükonun tanrısı ise Mammon’dur. Kuşkusuz bu basit bir fetişizm meselesinin ötesindedir. Sömürge sonrası (postkolonyal) ilişkileri bir müfredata bağlayan bu süreç, küresel oligarkların önündeki dirençleri ortadan kaldırma ve dünyayı basit bir işletmeye çevirme peşindedir. Buna dair bir mantığı içselleştiren Türkiye’de yaşanan manzarayı izlediğimizde, bu işleyişin nasıl da carileştiğini görmek mümkün. Duyarsızlaşan kitlelerin yoksullaşma, çevresel katliam, iş cinayetleri gibi yıkımları sessizce izlerken ve hatta benimserken içselleştirdiği tutum, kendi emeğinden çalınarak yapılan ve hiçbir zaman bir işine yaramayacak olan birtakım silah maketleri karşısındaki büyülenmişliğidir. Oysa bunlara dair maliyetler hem de fazlasıyla cebinden (ç)alınmakta ve karşılığında ona sadece bir emoji gönderilmektedir. 

Küreselliğin merkezindeki insanlar ise meselenin bilincinde olduğundan, New York’da Mamdani, bu statükonun tekerine bir çomak sokmayı becerecektir. Çünkü oradaki ezilen kitleler bu tür büyüleyici etkiler karşısında, firavunun büyücüleri gibi hakikati görmeye daha yakın oldukları bir vukufiyettedir. Ama sözgelimi Mısır, İran ya da Türkiye siyaseti, maruz kalınan siyasal oligarşinin koşullarını aşabilmekte değil. Veyahut da içlerindeki en bilgeleri (Mahatma Gandi, FrantzFanon, Muhammed İkbal, Seyyid Kutub, Ali Şeriati, Edward Said, Zohran Mamdani…) Batı’ya giderek muhtemel bir direnişe dair eleştirel imkânları ve düşünsel kaynakları oradandoğru türetmişlerdir. Çünkü tüm mecalini, anlama ve ayağa kalkma yetisini yitirmiş Doğu’da buna dair bir emare göze çarpmamakta; buna yeltenenler ise bizzat kendi kardeşleri tarafından iğdiş edilmektedir (İran, Tunus, Mısır, Pakistan, Türkiye…). O nedenle de bırakın temelde yüzyıllardır içerisine gömülmüş oldukları ve içselleştirdikleri o maduniyet şartlarını aşabilmeyi, sorunun farkına bile varabilmekte değiller. 

Madunların bir oyuncağa çevrildiği bu durum karşısında izleyecekleri en radikal tutum ise başka bir körlüğe yani silahlara sarılmak değil, sömürgecilerin aparatlarına dönüştükleri yerel savaşları bırakarak, özellikle de kendi aralarındaki sorunlarını müzakerelerle çözecekleri bir barışa yönelmeleridir. Sözgelimi Pakistan Hindistan’la, Türkiye Kürtlerle, Azeriler Ermenilerle, Araplar Yahudilerle barışmalı ve sömürgeci güçlerin stratejik araçları olmaktan kurtulmalıdırlar. Barış yoluyla uğrayacakları kayıplar, ortaya çıkacak olan stratejik kazanımlarla telafi edilecektir. En büyük kazanım ise ellerindeki imkânların silahlara değil, halklarının özgürleşmesine, ekmeğine, suyuna, kitabına, ekolojik sorunlarının çözümlenmesine sarf edilebilmesi olacaktır.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —