İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünya, iki süper gücün ABD ve SSCB liderliğinde şekillenen iki kutuplu bir düzene sürüklendi. Bu dönem, yalnızca ideolojik değil; teknolojik, askeri ve ekonomik alanlarda da kıyasıya bir rekabetin sahnesi oldu. Bu büyük güç mücadelesi, yalnızca dünyayı değil, uzayı da kapsayacak biçimde genişledi. 1957’de Sovyetler’in Sputnik uydusunu fırlatmasıyla başlayan uzay yarışı, 1969’da ABD’nin uzay’a insan göndermesiyle zirveye ulaştı. Ancak 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla bu iki kutuplu düzen sona erdi. Yeni dönemde, ABD küresel sistemin tartışmasız tek hakimi haline geldi. Rusya, Putin dönemine kadar ciddi iç siyasi krizler, ekonomik çöküşler ve etnik ayrışmalarla uğraştı. Bu durum, Rusya’yı küresel rekabette geri planda bıraktı. ABD ise oluşan bu boşluğu hızla fırsata çevirdi ve özellikle "Rus emperyalizmini" durdurma söylemi üzerinden Orta Asya, Kafkaslar, Ortadoğu ve Afrika’daki etkisini artırma çabalarına hız verdi.
ABD’nin uyguladığı "Yeşil Kuşak Projesi", bu kapsamda dikkat çekicidir. Sovyet Rusya’sını ve etkisini çevrelemek için geliştirilen bu strateji, İslam coğrafyasındaki birçok örgütü destekleyerek bölgedeki istikrarsızlıkları derinleştirdi. El Kaide gibi örgütler bu dönemde ortaya çıktı ve zaman zaman ABD'nin dolaylı ya da doğrudan çıkarlarına hizmet etti. Aynı anda Rusya’nın Orta Asya’daki nüfuzu zayıflatılırken, Ortadoğu’daki varlığı da vekalet savaşları ve işgaller yoluyla hedef alındı.2003 Irak işgali ve 2011’de başlayan Suriye’de ki iç savaş, ABD’nin bölgede kalıcı bir şekilde yer almasını sağladı. Rusya'nın sıcak denizlere inme politikası kapsamında Suriye’deki askeri varlığı, bu büyük satranç tahtasında önemli bir hamleydi. Ancak ABD, NATO ve çeşitli koalisyon güçleriyle birlikte Libya, Irak, Mısır ve Suriye’deki iktidar yapılarını doğrudan ya da dolaylı müdahalelerle dönüştürdü. Bu müdahalelerin ortak noktası, bölge halklarının değil, küresel sermaye düzeninin çıkarlarına hizmet etmesiydi.
Tüm bu müdahaleler, ABD'nin sadece Ortadoğu ve Orta Asya'daki enerji ve jeopolitik çıkarlarını güvence altına alma çabasını değil, aynı zamanda Türk milletinin tarihsel bağlarını zayıflatma yönündeki daha geniş kapsamlı stratejisini de gözler önüne sermektedir. Batı dünyasının Türk milletine yönelik korkusu, sadece savaş meydanlarında değil, haritaların çiziminde, sınırların belirlenmesinde ve bölgesel denklemlerin kurulmasında da kendini açıkça göstermiştir. Anadolu halkları ile Orta Asya’daki Türk halklarını birbirinden ayırmak adına yürütülen politikalar, yalnızca bir coğrafi ayrışma değil, kültürel ve stratejik bir kopuş hedefi taşımaktadır. Bu hedef doğrultusunda, Hazar Denizi’ne kıyısı olan Azerbaycan’ın Anadolu ile bağlarını kesmek için özellikle çizilmiş sınırlar dikkat çekicidir. Türkiye ile Türk dünyası arasındaki doğal bağ, harita mühendisliğiyle kesintiye uğratılmak istenmiş; bu kopuşun kalıcı hale gelmesi adına Güney Kafkasya'da Hristiyan bir Ermeni devleti kurulmuştur. Bu kukla devlet, yalnızca bölgesel dengeler için değil, aynı zamanda Türk milletinin tarihî ve kültürel coğrafyasının parçalanması adına Batı’nın bir aracı olarak sahneye sürülmüştür. Uzun yıllar Azerbaycan ile Ermenistan arasında devam eden çatışmalar, bu kırılmanın en somut göstergesi olmuştur. Ancak son yıllarda, Zengezur Koridoru’nun gündeme gelmesiyle birlikte tarihi öneme sahip bir adım atılmıştır. Bu koridor, Türkiye ile Azerbaycan arasında doğrudan kara bağlantısı kurma potansiyeli taşırken, aynı zamanda Türk dünyasının yeniden bütünleşme yolunda attığı stratejik bir hamle olarak da değerlendirilmektedir.
Ne var ki, bu süreçte sadece bölge devletlerinin değil, küresel aktörlerin de oyun planları devreye girmiştir. Rusya’nın bu gelişmelere bir nebze göz yumması dikkat çekerken, İran’ın homurtulu itirazları sürecin ne denli hassas olduğunu ortaya koymuştur. Ancak asıl hamle, Amerika’dan gelmiştir. ABD, bölgedeki bu gelişmeye doğrudan müdahil olarak Zengezur Koridoru’nu kendi stratejik çıkarları doğrultusunda şekillendirme girişiminde bulunmuştur. ABD, Güney Kafkasya’daki hamleleriyle Türkiye’yi adeta dört bir yandan kuşatma stratejisini devreye sokmuş durumda. Güneyde Suriye ve Irak’taki askeri varlığı, üsleri ve yerel aktörlerle kurduğu ittifaklar; batıda ise Yunanistan’ın Dedeağaç gibi kritik noktalarında kurduğu üslerle Türkiye'nin çevresini adım adım örüyor. Şimdi de doğuda, Zengezur Koridoru üzerindeki nüfuz mücadelesine dahil olarak, Türk dünyasının birleşme hattına müdahale ediyor. Bu hamleyle sadece Türkiye-Azerbaycan bağlantısını değil, aynı zamanda Orta Asya ile kurulacak jeopolitik ve ekonomik hattı da kontrol altına alma hedefini güdüyor. Washington’un bu çok boyutlu stratejisi, Türkiye’yi çevrelemeye yönelik olduğu aşikar.
21. yüzyılın ilk çeyreğinde, başta Ortadoğu olmak üzere Kafkaslar, Orta Asya ve Balkanlar’da yaşanan acılar birer tesadüf değil, küresel bir senaryonun acımasız sonuçlarıdır. Haritalar yeniden çizilirken, sınırlar kanla belirlenmekte; milyonlarca insan evinden, yurdundan koparılmakta, yokluk ve ölüm arasında sıkışıp kalmaktadır. Tüm bu yaşananlar, ABD’nin tek kutuplu dünya düzenini koruma çabasının, küresel kapitalist sistemini sürdürme arzusunun bir parçasıdır. Bu uğurda yitirilen her hayat, dökülen her kan, göz göre göre feda edilmektedir. İnsanlık onuru, ekonomik çıkarların gölgesinde ezilirken; çocuklar bombaların gölgesinde büyümeye, anneler evlatlarının mezar taşlarını okşamaya mahkûm edilmiştir. ABD sadece ordularıyla değil; istihbarat ağlarıyla, medya gücüyle, ekonomik baskılarıyla ve diplomatik oyunlarıyla dünyayı şekillendirmeye devam etmektedir. Taşeron örgütler, kukla yönetimler ve işbirlikçi zümreler eliyle kurulan bu düzen, aslında modern çağın en acımasız işgallerini sessizce hayata geçirmektedir. Harcadığı milyarlar, aynı coğrafyalardan alınan petrol, maden, toprak ve emekle fazlasıyla geri dönmektedir. Ne yazık ki, zulmü yaşayan coğrafyaların birçoğu hâlâ yaşadıkları felaketlerin arkasında kimlerin olduğunu tam olarak görememekte; çözümü yine bu yıkımın mimarlarının kapısında aramaktadır. Ve bu büyük yanılgı, ABD’nin pervasızca sürdürdüğü kirli planlarının önünü açmakta, yeni acıların zeminini hazırlamaktadır.
Bu düzenin menşei aslında çok daha derinlerde, insanlık tarihinin karanlık bir dönemine, 15. yüzyılda başlayan sömürgecilik anlayışına uzanıyor. O dönemde topraklar keşfedilmedi, gasp edildi. Kültürler tanınmadı, susturuldu. İnsanlar “medeniyet” adı altında zincirlere vuruldu. Bugünse bu anlayış, daha ince hesaplarla, daha sofistike yöntemlerle devam ettiriliyor. Savaşın yerini ambargolar, toprağın yerini dijital veri,işgalin yerini ekonomik bağımlılık aldı. Ancak öz aynı: Sömürü.
Modern dünyanın sömürgeci düzeni, artık sadece yeraltı zenginliklerini değil; insanları, kimlikleri, kültürleri ve hatta gelecek umutlarını bile sömürmektedir. Bugün küresel kapitalizmin merkezinde yer alan güçler, dünyayı görünmeyen zincirlerle kuşatmış durumda. Rusya’nın sistem dışına itilmeye çalışılması, ABD’nin Afganistan’daki 20 yıllık savaşını Taliban’a bırakıp çekilmesi, Karabağ’da değişen dengeler, Suriye’de muhalif grupların kısa sürede Şam kapılarına dayanması, Mısır ve Libya’daki darbeler ve nihayet Ukrayna’da patlayan savaş… Tüm bu gelişmeler bir tesadüf değil; küresel bir satranç tahtasında oynanan çok daha büyük bir oyunun hamleleridir. Dünya artık tarihi bir eşikte duruyor. Tek kutuplu bir düzen, insanlığın kaderine zorla yazılmak isteniyor. Ulus-devletler erozyona uğratılıyor, halkların iradesi ise küresel sermaye gruplarının çıkarlarına kurban ediliyor. Bugün 7 milyarı aşkın insanlık, yalnızca 340 milyonluk bir nüfusa sahip olan ABD'nin askeri, ekonomik ve ideolojik çıkarlarına hizmet eder hâle gelmiş durumda. Bu tablo sadece bağımlılığı artırmıyor; yoksulluğu derinleştiriyor, adaletsizliği büyütüyor, yeni insanlık dramlarını doğuruyor.
Ve artık, çalan alarm zilleri sadece kulaklara değil, insanlığın ortak vicdanına da ulaşmış durumda. Fakat ne yazık ki, çıkar zincirleriyle sarılmış bir dünyada sesini çıkaran çok az. Öte yandan Çin’in giderek yükselen küresel bir aktör haline gelmesi, ABD’nin hegemonyasını koruma çabasını daha da sertleştirmiştir. Hint-Pasifik stratejileri, Asya-Pasifik’te artan gerilimler, askeri yığınaklar ve ekonomik yaptırımlar... Hepsi, tek kutuplu düzenin sarsılmasına karşı verilen telaşlı bir cevaptır. ABD’nin dolar üzerinden kurduğu finansal tahakküm, piyasaları istediği gibi şekillendirirken; güvenlik şemsiyesi adı altında sunulan "koruma", aslında bağımlılığın diğer adıdır. Bugün birçok ülkenin yaşananlara sessiz kalması yalnızca korkudan değil; bu ekonomik ve güvenlik zincirlerinin esaretinden kaynaklanmaktadır. ABD’nin üstlendiği "jandarma" rolü, dünya barışını sağlamak için değil; alternatif güç merkezlerini bastırmak, kendi çıkarlarını mutlaklaştırmak ve küresel tahakkümünü sürdürmek içindir. Bu sessizlik, sadece emperyalizmi değil; küresel adaletsizliği de derinleştirmekte, insanlığı telafisi zor bir karanlığa doğru sürüklemektedir.