İslam düşüncesinde temel problem, vahyi yok saymak değil; vahyin hayata hükmedemeyişidir. Bugün Müslüman toplumların yaşadığı kriz, Kur’an’ın bilinmemesinden, okunmamasından ziyade, bilinen, okunan Kur’an’a ve O’nun hükümlerine uyulmaması problemidir. Daha açık bir ifadeyle belirteyim: Mesele, Kur’an’a ve O’nun hükümlerine uymak yerine, din adına Kur’an’ın hayata uydurulmasıdır.
Kur’an, insanı ve toplumu dönüştürmek için Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş ilahî bir kitaptır.
Nitekim Yüce Allah, “Bu Kur’an, insanları en doğru yola iletir” (İsrâ, 17/9) buyurarak onun yol gösterici ve belirleyici rolünü açıkça ortaya koymuştur.
Ancak günümüzde Kur’an, hayatı yönlendiren bir ölçü olmaktan çıkarılıp, mevcut hayat tarzlarını meşrulaştıran bir referans metnine indirgenmektedir.
Zamane Müslümanları ve modern dindarlık biçimi, Kur’an’ı merkeze almak ve O’nun hükümlerine uymak yerine; onu sınırlandırmayı, hayatı düzenleyen hükümlerine uymamayı, onu anlamamayı, onun topluma sirayet eden hükümleri ve inanç yönünü vicdanlara hapsetmeyi tercih etmiştir.
Kerim olan Kitab; açık nasslar, şartlar, konjonktür, zaruret, toplumsal gerçeklik gibi gerekçelerle işlevsiz hâle getirilmektedir. Oysa bu kavramların büyük bir kısmı, fıkhî bir zaruretten çok, konfor alanını koruma refleksinin ürünüdür. Böylece Kur’an, dönüştüren değil; dönüştürülen bir metin hâline getirilmiştir.
Kur’an’a uymak, bedel ister. Çünkü Kur’an, insanın arzularına değil, hakikate seslenir.
“Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” (Bakara, 2/85) ayeti, seçmeci, parçacı ve takiyyeci dindarlığın ilkesel bir sapma olduğunu net biçimde ortaya koymaktadır. Buna rağmen bugün, ağızlar başka konuşur; hayat başka. İbadetlerde hassasiyet gösteren ama ahlakta, adalette, kul hakkı konusunda son derece gevşek, lakayt ve ılımlı bir dindarlık anlayışı yaygınlaşmıştır. Bu durum, bütüncül iman anlayışının parçalanmasıdır.
Tek olan din, bin türlü din anlayışına dönüşmüş durumdadır.
“Dinlerini bölüp gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir alâkan yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir.” (En‘âm, 6/159)
Daha da vahimi, bu parçalanmanın dinî bir maharet gibi topluma ve insanlara sunulmasıdır. İlkesizlik “hikmet”; taviz “basiret”; suskunluk “itidal”; açık sapma ise “maslahat” kavramlarıyla örtülmektedir. Bu, klasik anlamda bir içtihat faaliyeti değil; takiyye kokan konjonktürel bir dindarlık biçimidir. Güce göre şekil alan, rüzgâra göre yön değiştiren bu anlayış, Kur’an’ın sabit ilkeleriyle hiçbir şekilde bağdaşmamaktadır.
Kur’an, müminlerden netlik ister:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve dosdoğru söz söyleyin.” (Ahzâb, 33/70)
Ancak bugün bu doğru sözü söylemek çoğu zaman pahalıdır; susmak ise güvenli görülmektedir.
Hakikat, çıkar ilişkilerine kurban edilmekte; din, statükonun, iktidarların ve devletin koruyucu bekçisi hâline getirilmektedir.
Böylece Kur’an’ın inşa edici ve devrimci ruhu törpülenmektedir. İslam toplumu değiştirir, dönüştürür ve ıslah eder. Bütün elçilerin gönderilme gerekçesi budur.
“Andolsun biz resullerimizi apaçık delillerle gönderdik ve onlarla beraber Kitab’ı ve mizanı indirdik ki insanlar adaleti ayakta tutsunlar.”
(Hadîd, 57/25)
Kur’an, sadece bireysel ibadetleri değil; sosyal adaleti, ahlaki tutarlılığı ve siyasal sorumluluğu da kapsayan bütüncül bir hayat nizamı sunar. “Allah, adaleti, iyiliği ve akrabaya yardım etmeyi emreder” (Nahl, 16/90) ayeti, dinin sadece vicdanlara değil, hayata ve topluma dair bir iddia taşıdığını gösterir.
Kur’an’a rağmen kurulan hiçbir düzen, İslamî olarak meşru sayılamaz.
Bugün Müslümanların en çok ihtiyaç duyduğu şey, yeni yorumlar değil; yeniden teslimiyettir.
Ama Müslümanlar sırf makam, şan, şöhret adına Kur’an’ın hükümlerine uymayıp, Kur’an’ın hükümlerini hayatlarına uydurmuşlardır. Yani Kitab’a uymak yerine, kitabına uydurmuşlardır. Çünkü sorun, Kur’an’ın ne dediğini anlamamak değildir; anlaşılanın gereğini yapmamaktır.
İslam’ın bilmediğinden, bilgi eksikliğinden dolayı yapmayanlarla sorunu yoktur. Temel sorun, bilip yapmamaktır.
“Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların durumu, kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir.”
(Cuma, 62/5)
Kur’an’ı hayatın merkezine almak cesaret ister; bedel ister; yalnız kalmayı göze almayı gerektirir. Bundan dolayı gerçek din, camilerde, medreselerde, imam-hatip ve ilahiyatlarda anlatılmamaktadır.
Buna karşılık Kur’an’ı hayata uydurmak kolaydır; risksizdir; alkış alır. Bu alkışlar sayesinde makamlar yükselir. Vekil olunur, rektör olunur, müdür olunur vs.
Ancak unutulmamalıdır ki Kur’an, bize uymak zorunda değildir. Biz, Kur’an’a uymakla mükellefiz. Aksi hâlde ortaya çıkan şey İslam değil; islamcılıktır. Müslümanlık değil; Müslüman görünmektir. Gerçek İslam değil; teslimiyetsiz dindarlıktır. Hak değil; sureti haktan görünmektir. Kitaba uymak değil, kitabına uydurmaktır.
Bu mezkûr durum, İslam retoriğiyle süslenmiş seküler bir yaşam tarzı olur. Bu da dini kurtarmaz; sadece vicdanları geçici olarak rahatlatır.
Sonuç olarak bugün sorulması gereken soru şudur:
Bu toplum Kur'an'a gerçekten iman etmiş mi? Kur’an’ı mı merkeze alıyor, yoksa Kur’an’ı kendilerine mi tabi kılıyor? Maslahatlarına, nefislerine dünyalıklarına, siyasi çıkarlarına...
Bu soruya verilecek dürüst cevap, ya sahici bir dirilişin kapısını Müslümanlara aralayacak ya da mevcut savrulmayı daha da derinleştirecektir. Çünkü hakikat eğilip bükülmez. Ona ya teslim olunur ya da ondan uzaklaşılır.
Arası yoktur.
Selam ve dua ile…
Engin GÜLTEKİN
Eğitimci -Yazar - Sosyolog