Hani Sezar’ı Sezar yapan şu meşhur, Rubicon’u geçmek tanımı gibi, Türkiye tarihinin en önemli meselesi olan Kürt sorununun aşılması için artık bir gereklilik haline gelen İmralı’ya gidiş de adeta bir Rubicon’u geçiş anlamına büründü. Doğrudur, günümüz açısından Abdullah Öcalan ile görüşmek için illa da İmralı Adası’na gitmek gerekmiyor ama beri yandan bu gidiş, Kürt sorununun çözümü açısından adeta Rubicon’u geçmek anlamına geliyor. Çünkü oraya gitmek Abdullah Öcalan’ı müebbet hapse mahkûm bir suçlu olmaktan çıkararak devasa bir siyasal sorunun muhatabı haline getiriyor. Vakıa da budur. Öcalan geçmişte devlete karşı ayaklanmış bir örgüt lideri olabilir ama günümüzde o artık siyasal bir hareketin lideri ve bu açıdan devletin çözemediği devasa bir sorunun muhatabıdır. Ki benzeri birçok gelişme diğer çatışma çözümü süreçlerinde de yaşanmış ve sözgelimi Nelson Mandela gibi birçok isim ülkelerinde iktidara dahi gelmiştir.
CHP’nin ve bu konuda onun yanında yer alan partilerin anlayamadığı veya kabullenemediği mesele ise Kürt sorununun özünde siyasal bir sorun olarak değil de bir terör/eşkıyalık sorunu olarak varsayılmasıdır. Bu yaklaşımlarıyla da meseleye Kürtleri silahlandıranın temelde siyasal haklarının meşruiyete aykırı bir biçimde ellerinden alınması veya yok sayılması olan bir zulme itiraza dayanmasını yani bir hukuksuzluk oluşunu kabullenememektedirler.Dolayısıyla da bu sorunu İmralı’ya gidip gitmemek gibi basit bir yaklaşımla geçiştirmeye çalışıp sorunsallaştırmadıkları için meseleyi terörizme indirgeyip,geldiğimiz bu noktada bile bu hareketin lideri Öcalan’ı siyasal bir sorunun muhatabı olarak görmemektedirler.
Sorunun dayandığı nokta ise bir asırdır süren buçetrefil meseleye karışan bir yığın vakayı bir yana koyacak olursak, esası itibarıyla insan haklarına aykırı olan Anayasanın 66. maddesidir. Bu maddeye göre: Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.Bu tanım vatandaşlığı ırkçı bir temele dayandırmakta ve ülkedeki farklı ırkların gerçekliğini inkâr etmektedir. Anayasal bir temele dayanan bu inkâr, ister istemez bir yığın yasal soruna da yol açmakta ve bunu reddedenleri hukuka karşı bir duruma düşürmektedir. Yüz yıl öncesi ulusçuluğunun yaklaşımının izlerini taşıyan bu tanım günümüzde pratik olarak aşıldığı halde yasa korunmakta ve kendisini Kürt olarak kabullenen insanları yok saymakta, dolayısıyla da birçok haktan mahrum bıraktığı gibi buna dair bir itirazı da suç haline getirmektedir. İşte Öcalan’ı muhatap olarak kabullenmek istemeyen kesimin tartışmaya açmak istemediği husus da özünde ırkçı bir yaklaşıma dayanan bu tanımla ilgilidir.
Oysa yüz yıl içerisinde bu tür ırkçı yaklaşımlar ve dolayısıyla da buna dayanan bir ulusallık ve üniterlik kavramları da aşılmıştır. Ne var ki Kemalist tezleri tanrısal esaslar gibi görerek değiştirilemez addedenler hâlâ bu noktada direnmekte ve Öcalan’ı muhatap almanın kaçınılmaz sonuçlarına yol açmamak için bu girişime karşı çıkmaktadırlar. Oysa Kürt sorunun özü buraya dayanmaktadır ve bu konudaki çözüm, bu hukuksuzluğun ortadan kaldırılması, yani bir Kürt’ün veya farklı bir ırktan olanların etnik aidiyetlerinin kabullenilmesi, dolayısıyla da sözgelimi dillerini özgürce kullanabilmeleridir.
Nitekim TBMM bünyesinde de çeşitli vesilelerle Kürtçe konuşmalar işte bu anayasal esasa aykırı görülerek reddedilmiş ve hatta bilinmeyen bir dil olarak kayda geçilerek bu duruma karşı akıldışı bir tutum takınılmıştır. Kürtçe şarkı söylemek istediği için kendisinden en güzel Türkçe türküler dinlediğimiz Ahmet Kaya’nın ve benzeri birçok kişinin bu ülkeden kovulduğu ve ölüme/sürgüne mahkûm kılındığına da defalarca tanık olduk.
Türkiye bu ilkelliklerden ve utanç verici zorbalıklardan kurtulmalı ve çağımızın insanına has hakları ve hakkaniyeti bir an önce hayata geçirmelidir. Birçok Kürde ve diğer insanlara, ırklara ve dinlere hukuksuzca zulmedilmiştir ve bu utançtan artık kurtulunmalıdır. Ve bunu da esas olarak Kürtlerin baş edilemeyen isyanının sonucu olarak değil de kendi insanlığı, hukuku ve çağdaşlığı açısından gerçekleştirmelidir.
Abdullah Öcalan’a gelecek olursak, o da kırk yıl öncesindeki Marxist bir örgütünün lideri olarak devlete başkaldıran kişi olmayıp bu süreçte kendisini geliştirip değiştirmiş birisidir. Geçtiğimiz yıl içerisinde buna dair birçok beyanı yayınlandı. Kürt halkını iyi tanıdığı gibi dünyadaki gelişmeleri ve değişimi de izleyen, kabul edelim ya da etmeyelim, bir siyasal hareketin lideridir. Gelmiş olduğu noktada artık demokratik konfederalizm fikrini savunmakta ve bu da yaşadığımız coğrafya açısından, bu coğrafyada varlıkları hiçe sayılan, baskı altında tutulan ve sürekli bu coğrafyayı istikrarsızlaştıran halkların ezilmesinin ve yok sayılmasının aşılması açısından siyasal bir ihtiyaçtır. Etnik bir temele dayanan ulus devletler sömürgeci ülkelerin (kapitalizmin) bir icadıdır ve bu coğrafyanın gerçekliğiyle örtüşmemektedir. Kaldı ki sömürgeci ülkeler (kapitalizm) de bu olguyu aştıkları için Avrupa Birliğini oluşturmuşlardır. Bölgemizde de yapılması gereken bu tür yok saymaları ya da ayrışmaları aşarak ve halkları birbirinden yalıtan sınırları şeffaflaştırarak bölgesel bir bütünleşmeye gitmeleridir.
Öcalan’ı siyasal bir muhatap olarak kabullenmemek için, çözüm sürecine dair düzenlenen komisyona girdikleri halde İmralı’ya gitmeyi reddeden partiler, özellikle de CHP içerisindeki bir grubun dahil olduğu ulusalcılar, bu meselenin çözümüne dair siyasal bir tutum otaya koyamayıp, ideolojik bir tutum içerisindedirler. Hâlâ yüz yıl öncesinin ırkçı tezlerini savunan bu kesim, Ak Parti’nin siyasal stratejisine de yenik düşerek, sürdürülmekte olan barış sürecinin dışında kalmışlardır. Yeni Yol grubu ise her zamanki inisiyatifsizlikleriyle yine oldukça kritik bir meselede inisiyatif almak yerine çekimser kalarak aslında hiçbir ideolojik duruşları olmadığı gibi herhangi bir siyasal stratejiye de sahip olmadıklarını ortaya koymuşlardır. Bu ise siyasal stratejiden yoksun bir siyasal bürokratlık halidir ve bu tutum da onların siyasal hayatlarına konulan bir son noktadır.Onları bu noktaya getiren de tıpkı CHP gibi, bir çözüm üretemedikleri gibi üretilmeye çalışılan çözümü de salt Ak Parti ve Öcalan tarafından yürütülen bir strateji olarak görüp, retçi bir duruş takınmalarıdır.
Siyaset ise kararsızlıklarla ve ideolojik ya da bürokratik korkularla sürdürülemeyecek olan bir stratejik mücadeledir. Abdullah Öcalan’ın bunca yaşanandan sonra basit bir terör suçlusuna indirgenerek muhatap alınamayacağı varsayımından yola çıkanlar, benzeri süreçlerden bihaber, dünyayı sadece Türkiye’den ve onun yüz yıl önceki tezlerinden ibaret gören bir aymazlık içerisindedirler. Oysa köprülerin altından çok sular akmış, hayat değişmiştir. Hiçbir kabul, Türkiye’de ve çevresinde yaşayan Kürtleri ve sair halkları vatandaşlık haklarından yoksunlaştıramaz ve uygulanmakta olaninkârcılığı sürdüremez. Bu hem akıl, hem insanlık hem de ahlak dışı bir zorlamadır. En doğru tutum, Türkiye’nin bu Anayasal hükmü, Kürt sorununa bile atıf yapmaksızın, çağımıza ve insanlığımıza uyarlık açısından bir an önce değiştirmesi ve buna dair sonuçları da hayata geçirmesidir.
Unutulmasın ki Türkiye’yi bu sürece getiren de yüz bine yakın ölüme ve her iki taraf açısından da bir yığın maddi ve manevi kayıplara yol açan yüz yıllık inkâr politikasıdır. Akıllarıyla doğruları bulamayan veya kabullenemeyen toplumların kaçınılamaz hali de işte budur. Ne var ki ilericilik, çağdaşlık ve aydınlık gibi birçok vasfı ellerinden bırakmayanlar, bu oldukça basit gerçekliği içlerine sindiremedikleri için çağdaş hukukun, insan haklarının ve siyasetin olağanlığının dışına doğru sürüklenmektedirler.