Hadislerde Geçen Musavvirûn Meselesi Bağlamında
İslam fıkhında resim, heykel, müzik ve hatta kötü bir imajı resme dönüştürmek gibi konular, tarih boyunca ayrıntılı biçimde ele alınmıştır. Bu meseleler, sadece estetik veya teknik faaliyetler olarak değil; itikadî, ahlâkî ve toplumsal etkileri bakımından değerlendirilmiştir. Özellikle insan ve hayvan tasvirleri, fıkhî tartışmaların merkezinde yer almıştır.
Klasik fıkıh literatüründe, tam boyutlu resimler yani insan veya hayvanın baştan ayağa eksiksiz tasviri, çoğunluk ulema tarafından caiz görülmemiştir. Buna karşılık yarım boyutlu tasvirler, belden aşağısı ya da belden yukarısı eksik olan figürler, insan veya hayvan fark etmeksizin; müstehcenlik içermemek ve tahrik edici olmamak şartıyla caiz kabul edilmiştir. Bu ayrım, hükmün salt “çizim” veya “şekil” üzerinden değil, maksat ve etki üzerinden verildiğini göstermesi bakımından önemlidir.
Benzer şekilde, “sanat” adı altında icra edilen bazı müzik türleri de içerikleri, söyleyiş biçimleri ve ruh dünyası üzerindeki etkileri sebebiyle bazı âlimler tarafından haram sayılmıştır. Geçmiş ulema, ellerindeki hadisler, yaşadıkları toplumun ahlâkî yapısı ve dönemin şartları doğrultusunda bu tür faaliyetleri haram kabul etmiş; kendi zamanlarının sosyolojik ve kültürel atmosferi içinde büyük ölçüde isabetli içtihatlar ortaya koymuşlardır.
Ne var ki, tasvir, resim ve heykel meselesi ele alınırken yalnızca fıkıh kitaplarındaki hükümlerle yetinmek değil; Kur’an ayetleri, hadislerin maksadı, illet meselesi ve tarihî bağlam birlikte değerlendirilmelidir. Bu noktada özellikle heykel meselesi, dikkatle ele alınması gereken bir alan olarak karşımıza çıkar.
Kur’an’da Heykel Meselesi
Kur’an-ı Kerîm’de heykel konusuna doğrudan temas eden ve ilk bakışta birbirinden farklı izlenimler uyandıran iki ayet bulunmaktadır.
Enbiyâ Suresi, 52. Ayet:
“(İbrahim) babasına ve kavmine: ‘Nedir şu karşısına geçip ibadet ettiğiniz heykeller?’ dedi.”
Bu ayette heykeller, açıkça ibadet nesnesi hâline getirildiği için zemmedilmektedir. Eleştirinin odağında heykelin kendisi değil; ona yüklenen tapınma ve kutsiyet anlamı vardır. Burada heykel, şirkin somut bir aracı hâline gelmiştir.
Buna karşılık:
Sebe Suresi, 13. Ayet:
“Onlar Süleyman için kale gibi saraylar, heykeller, havuz gibi leğenler, ağır kazanlar ve daha nice şeyler yaparlardı… Ey Davud ailesi! Şükür edin, şükür için çalışın.”
Bu ayette ise Hz. Süleyman’ın kurduğu medeniyet anlatılırken, yapılan işler arasında heykeller de zikredilmekte, üstelik bunlar bir nimet ve şükür vesilesi olarak sunulmaktadır. Buradaki heykellerin ibadet nesnesi olmadığı, mimarî ve estetik bir unsur olarak değerlendirildiği açıktır.
Bir ayette heykel, putperestlik bağlamında yerildiği hâlde; diğer ayette medeniyetin, estetiğin ve nimetin bir parçası olarak anılmaktadır. Bu durum, meseleyi mutlak ve tek yönlü bir yasak şeklinde ele almanın sağlıklı olmadığını göstermektedir.
Bu ayetler bize şunu açıkça öğretmektedir:
Heykelin hükmü, onun ne olduğundan ziyade ne için yapıldığıyla ilgilidir.
Tapınma maksadıyla yapılan heykeller kesinlikle haramdır ve şirktir. Buna karşılık estetik, mimarî, şehir düzenlemesi veya süsleme amacıyla yapılan heykellerin hükmü farklıdır. Kur’an’ın aynı kavrama iki farklı bağlamda yaklaşması, hükmün maksat eksenli olması gerektiğini ortaya koymaktadır.
Hadislerde Geçen Musavvirûn Meselesi
Heykel ve resim konusundaki fıkhî tartışmaların merkezinde, hadis-i şeriflerde geçen “musavvirûn” kavramı yer alır. Resim ve heykelle ilgili yasaklayıcı hükümler büyük ölçüde bu rivayetler üzerinden şekillenmiştir. Ancak bu rivayetlerin doğru anlaşılabilmesi için, lafız–mana ilişkisi, illet, maksat ve tarihî bağlam birlikte değerlendirilmelidir.
“Musavvir”, Arapçada “sûret veren, şekillendiren” anlamına gelir. Kelime kökü itibarıyla yoktan var etmeyi değil; bir anlamı, inancı veya tasavvuru şekle dökmeyi ifade eder. Bu yönüyle musavvir, sadece teknik bir çizim yapan kişi değil; tasvire anlam ve kutsiyet yükleyen kişiyi de kapsar.
Kur’an’da “el-Musavvir” isminin Allah’a nispet edilmesi, sûret vermenin mutlak anlamda yaratma kudretiyle bağlantılı olduğunu gösterir. Hadislerde musavvirlerin sert bir üslupla zemmedilmesi de, bu fiilin yaratma iddiası, kutsiyet atfetme ve ibadet alanına müdahale boyutuyla ilişkili olduğuna işaret eder.
Hadislerde şu ifadeler yer alır:
“Kıyamet günü azabı en şiddetli olanlar musavvirlerdir.”
“Bu sûretleri yapanlara denilecek ki: ‘Haydi yaptıklarınıza can verin!’”
Buradaki “can verin” hitabı, meselenin özünü ele verir. Yasaklanan şey, boya, taş veya çizgi değil; yaratma fiiline öykünme iddiasıdır. Bu ifade, tasvirin kendisinden ziyade ona yüklenen anlamı hedef alır.
Ayrıca hadislerin irad edildiği tarihî bağlam son derece önemlidir. Hz. Peygamber’in (sav) gönderildiği toplumda heykeller, büyük ölçüde put, ilâh ve ibadet nesnesi olarak kullanılıyordu. Bu sebeple tasvire yönelik sert uyarılar, tevhid akidesini inşa etme ve koruma amacı taşımaktadır.
Heykel, Resim Ve Maksat İlişkisi
Buradan hareketle şu sonuç açıkça ortaya çıkar:
- Şirk ve tapınma amacı taşıyan heykel ve tasvirler haramdır.
- Kutsiyet atfedilen, önünde saygı duruşuna geçilen, ibadetle ilişkilendirilen her türlü sûret problemli ve yasaklıdır.
- Buna karşılık estetik, mimarî, şehir düzenlemesi, eğitim veya tanıtım amacıyla yapılan; tapınma ve kutsiyet içermeyen tasvirlerin hükmü aynı kategoriye sokulamaz.
Dolayısıyla bir tasvir, heykel veya resim kötü maksatla yapıldığında hükmü olumsuz; iyi, estetik veya fonksiyonel bir amaçla yapıldığında ise farklı değerlendirilmelidir. Hadis-i şeriflerde geçen resim ve heykellerle ilgili uyarıların da, aynı ilke çerçevesinde anlaşılması gerekir.
Sonuç
Heykel ve resim meselesi, şekilci ve yüzeysel bir yaklaşımla değil; tevhid, maksat, bağlam ve etki ekseninde ele alınmalıdır. Kur’an ayetleri ve hadisler birlikte okunduğunda, İslam’ın sanatı toptan reddeden değil; şirke, kutsiyet sapmasına ve yaratma iddiasına karşı tedbir alan bir yaklaşım benimsediği görülür.
Bu sebeple hükmü şekle değil maksada, sûrete değil manaya bağlayan; tarihî bağlamı, illeti ve amacı birlikte gözeten bir bakış, hem Kur’an’ın ruhuna hem de İslam fıkhının temel metoduna daha uygun görünmektedir.