Mustafa DOĞU

Tarih: 09.11.2025 04:29

BİR TURNOSOL OLARAK GAZZE

Facebook Twitter Linked-in

 

“Savaş, hoşunuza gitmediği halde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, hoşunuza giden şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216)
Size ne oluyor da Allah yolunda ve “Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar; bize tarafından bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver!” diyen zayıf düşürülmüş (zavallı) erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz! İman edenler Allah yolunda; kâfir olanlar ise [Tağut] (azgınlık yapanın) yolunda savaşırlar. Şeytanın dostlarına karşı savaşın! Şüphesiz ki şeytanın tuzağı zayıftır. Kendilerine “Ellerinizi (savaştan) çekin; namazı kılın ve zekâtı verin!” denen kişileri görmedin mi? Onlara savaş farz kılınınca, içlerinden bir grup hemen Allah’tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korku ile insanlardan korkmaya başladılar da “Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın! Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen olmaz mıydı?” dediler. (Onlara) de ki: “Dünya geçimliği (hayatı) azdır; takvâlı (duyarlı) olanlar için ahiret hayırlı olandır. En küçük bir haksızlığa da uğratılmayacaksınız.” Nerede olursanız olun, sağlam kalelerde bile olsanız ölüm size ulaşır. Kendilerine herhangi bir iyilik gelse “Bu, Allah’tandır.” derler. Kendilerine herhangi bir kötülük geldiğinde ise “Bu, sendendir.” derler. De ki: “Hepsi Allah’tandır. Bu topluluğa ne oluyor ki neredeyse hiçbir sözü anlamıyorlar!” (Nisa, 75-78)

Yukarıdaki ayetler yeryüzünün herhangi bir noktasında zulme uğrayan müminlere karşı diğer noktalarında yaşayan kardeşlerinin nelerle yükümlü ve sorumlu kılındıklarını son derece açık, sarih ve bir o kadarda net bir şekilde anlatmaktadır. Onlarca meal, tefsir ve makalelere bakıldığında ortak kanaatin zulme uğrayan müstez’aflar için cehd ve gayretin gösterilmesi -ki bu onların o pozisyondan kurtulmalarını sağlayacak tüm olasılıkları içermekte- başta iktidar erkleri olmak üzere tüm müminlerin omuzlarına yüklenen bir vecibe olduğu görülmektedir. 

Muhtemeldir ki tarih yazıcıları 7 Ekim 2023’ü son yüzyılımızın en önemli tarihi kırılma anlarından biri olarak kaydedeceklerdir sayfalarına. Modernizm ürettiği enstrümanların da katkısıyla iletişim ve ulaşımda sınırları kaldırmış ve tüm dünya halklarını herkesin her şeyden haberdar olduğu, ulaştığı, etkileşim içerisine girdiği bir pozisyona getirmiştir. Bu durum müspet/olumlu bir gelişme olarak telakki edilirken, çoğu zaman bilgi kirliliğini kaçınılmaz kıldığı ve olayları hak ettiği değeri taşımaktan uzaklaştırarak değersizleştirilip, anlamsızlaştırabildiği de düşünülmektedir. Bir başka zaviyeden yaklaşıldığında ise özellikle kitlesel olayların şahit kılınanlara beraberinde ağır bir sorumluluk yüklediği gerçeğidir. İşte “Aksa Tufanı” vicdanını yitirmemiş insanlara böyle bir sorumluluk yüklemişte bunun altında eziliyorlarmış gibi bir duygu yaşatmanın da adı olmuştur aynı zamanda. Tabi böyle anlayıp böyle telakki eden, ruhunu, kalbini, aklını, vicdanını karartmamış, hala küçükte olsa bunlardan bir nüve taşıyanlar için geçerlidir bu sorumluluk duygusu.

7 Ekim 2023’ten beri Gazze’de gerçekleşen mezalime, soykırıma İspanya, Portekiz, İrlanda, Güney Afrika, Kolombiya gibi Avrupa, Afrika ve Latin Amerika’dan Ülke yönetimleri çok sert tepki verirken, siyonist çeteyi sıkıntıya sokacak yaptırım gücü yüksek müeyyideleri de beraberinde ortaya koydular. Bu ülkelerin halkları ise iktidarlarının ellerini güçlendirecek ve aldıkları kararların endişesini taşımayacakları kitlesel eylemlerle çok büyük destek verdiler, vermeye de devam ediyorlar. İtalya gibi ülkelerde ise halk ve iktidar ayrı kutuplarda dolaşmakta, iktidar siyonist çetenin elini güçlendirecek, cesaretini artıracak adımlar atarken, halk ise tam tersi sonuç alıcı, yaşamı kitleyici büyük kitlesel eylemlerle mazlumların safında yer tutmaktadır. Gelgelelim İslam dünyasına. İnsan büyük bir hayal kırıklığı içerisinde yüksek sesle şu soruyu sormaktan kendini alamıyor. Küçük bir azınlık hariç, liderlerinden halklarına varana kadar tarihin hiçbir döneminde bu kadar zilleti izzete, korkaklığı şecaate/cesarete, teslimiyeti tevekküle, hesabiliği hasbiliğe, çıkarcılığı kardeşliğe tercih ettiği bir dönemi olmuş mudur? İki yıldır Gazze’de yaşanan insanlık dışı soykırıma ulaşmış katliama, tecride, ambargoya, kuşatmaya yüksek sesle dur deme haykırışını seslendirip, gereklerini bedelleri ne olursa olsun ödemeyi göze alarak yerine getiren neden bir İslam ülkesi yok. Bu ne “Arap”ın ne “Acem”in ne “Türk”ün ne de “Asya”lının meselesi. Bu, onurunu, izzetini, şerefini yitirmemiş her Müslümanın meselesi. Mesele şanlı tarihle övünmek değil, anda yazılacak şanlı tarihin birer kahramanı olmak. Mesele “Ömer” edebiyatı yapmak değil “Ömer” olabilmektir. Tabii ki Gazze’deki insanların Fırat’ın kenarındaki kuzudan daha değersiz olduğunu düşünmüyor ve “Adli İlahi”ye inanılıyorsa.

Gazze bize ne verdi ne aldı diye şöyle kendi kendimizle baş başa kaldığımızda bir muhasebe yapsak nasıl bir bilanço/tablo ile karşılarız acaba. İmanımıza, amelimize, ihlasımıza, takvamıza, hayata bakışımıza, alış/veriş telakkimize, ahiret algımıza, dünya tasavvurumuza, mal/mülk/makama yüklediğimiz anlama, diğerkâmlığımıza, infak, tasarruf ve tasadduk anlayışımıza, israf ve savurganlık kültürümüze…  

Gazze’deki katliam ve soykırım bütün vahşeti ile devam ederken, sofralara konulup da yenilip/içilebilenler veya ellerin dahi sürülmeden kaldırılanlar, tıka basa doldurulmuş derin dondurucular/kilerler, beğenilmeyip yemeden veya tüketilmeye fırsat bulamadan çöpe atılan ekmek/yemekler, ağzına kadar dolu gardıroplar, model yükseltmek derdine düşülen ve her ayrıntısının en ince detaylarına kadar irdelendiği arabalar, kullanmaktan-kullandırtmaktan bile imtina edilen mobilyalar, daha lükslerini arama peşine düşülen meskenler, beş yıldızlı otellerde aylak aylak yatarak geçirilen tatil anlayışları, çocuklara yapılan harcamalar ve onlar için daha müreffeh, daha konforlu iyi bir gelecek tasavvurları birazcık da olsa ZİHİN VE YAŞAM konforumuzu bozup bizleri rahatsız edebildi mi acaba. Tüm bu algı/olguları yeniden anlamlandırmayı, değerlendirmeyi, yaşam alanlarımızı şekillendirmeyi düşünebilmekte miyiz acaba. Televizyon ve sosyal medya mecralarından izlenmekte olan Gazze’deki yaşanan dramın çoook küçücük parçacıklarını anlatan enkaza karışmış cesetler, açlığa-susuzluğa mahkum edilmek suretiyle iskelete dönmüş, kemikleri sayılan çocuklar-büyükler, sığınacakları bir yuvası, meskeni, barınağı, giyecekleri doğru dürüst bir kıyafeti, bineceği bir biniti olmadan oradan oraya zorunlu göçe maruz bırakılmış ama izzetini, onurunu, şerefini, haysiyetini ve en önemlisi de kulluğunun bilincini hiç yitirmemiş insanlar, en azından yüzlerin biraz kızarmasını ve hafifte olsa bir utanç duygusu içerisine girebilmesini  sağlayabildi mi acaba.

Dualar… Hani Rabbimizin, “dualarınız olmasaydı size ne diye değer vereyim” kabilinden büyük bir anlam yüklemesi yaptığı niyaz ve yakarışlar. Hakikaten dua edilenler kadar temiz ve samimi mi dua edenler? Her şeyin ruhunun/özünün kaybedildiği bir dünyada dua etmenin de o içtenliğini, ruhunu kaybettik mi acaba. Nezaketimizi-ihlasımızı-samimiyetimizi-içtenliğimizi yitirmiş bir şekilde, bağırarak/çağırarak, anlamlı-anlamsız bir sürü kelime ve kavramları eklemleyerek emir kipinde adeta talimatlar verircesine yapılan çağrılar gerçekten bir dua mıdır? Yoksa topu taca atmak, mükellef ve sorumluluğu başkalarına yıkıp, vicdanları rahatlatmanın ucuz, basit kaçamağı mı? Her türlü gayri İslami unsurların pervasızca serdedildiği düğünler başta olmak üzere birçok toplantıların ucuz/basit bir ritüeli haline getirilen ve “din sanatçısı” pozisyonundaki “duahanlar” öncülüğünde koro halinde gerçekleştirilen toplu dua merasimleri ne kadar sekülerleştiğimizin bir aynada ki yansıması mıdır acaba. Nerede samimiyetle/ihlasla/hasbi bir duruş sergileyerek gözyaşları eşliğinde, gecenin bir sessizliğinde, Rabbi ile baş başa kalıp bütün içtenliğiyle boynu bükük, mahcup bir eda ile acziyetin, miskinliğin, tembelliğin, çaresizliğin adeta bir dışa vurumunu gerçekleştirerek, bütün ruhunu ve bedenini sarmış bir vaziyette yapılan dualar? Nerede kul olmanın acziyeti, çaresizliği ile “Samed” olan, fısıltımızı dahi duyacak kadar “habl-i verid” olan Allah’a yakarışlarımız…

“Sumud” Arapça bir kelime olup “sebat etmek, direnmek, mücadele etmek” anlamlarına geldiğini yeniden hatırlar olduk ambargoyu delmek için dünyanın dört bir yanından bir araya gelen aktivistlerin kanalıyla. Filistinlilerin bir asra yakındır verdiği varlık mücadelesinin, yerinden-yurdundan edilseler de topraklarından vazgeçmemenin onurlu bir mücadelesinin de adı olduğunu anladık aynı zamanda. Yıkılmış, enkaza-harabeye dönmüş evlerin arasında kurulmuş uzunca iftar sofralarının, yapılan evliliklerin, ikame edilen namazların, verilen eğitimlerin, oynaşan çocukların bitmez-tükenmez ümidinin adı olduğunu yeniden hatırlar olduk aynı zamanda. Kısaca; Sumud, bir erdem, bir direniş, bir vakar, bir cesaret, bir ümit, bir özlem, bir mücadele ahlakının adıdır. İşte onlarca ülkeden bir araya gelen aktivistler büyük bir cesaret ve kararlılık örneği ortaya koyarak Gazze’ye doğru yola çıktılar ve menzile varamasalar da tüm dünyaya siyonist çetenin alçaklığını bir kez daha göstermiş oldular. Aktivistlerin birinci öncelikli amaçlarını Greta Thurnberg, şöyle açıklamıştı: “Bu soykırım, bizi temsil etmesi gereken hükümetlerimiz, kurumlarımız, şirketlerimiz ve seçilmiş yetkililerimiz tarafından mümkün kılınıp körüklenmektedir. Suç ortaklığınızı sonlandırın, herkes bu soykırımdaki suç ortaklığını sonlandırsın! İnsan olun!” Bu anlamda, adları farklı farklı olsa da ortaya konulan tüm benzer çabalar takdire şayan, cesaret yüklü eylemler olarak her daim anılacaktır vicdan sahibi tüm insanlar tarafından.

Gazze’de, şimdilerde 10 ekimde “büyük şeytan” Trump’ın öncülük ettiği ve otuz küsür devlet ile birlikte BM gibi, Arap Birliği gibi uluslararası kuruluşların şahitlik, gözetim ve garantörlük taahhüdünde bulunduğu Mısır’ın Şarm El-Şeyh şehrinde adeta bir imza şovu/gösterisi eşliğinde varılan ateşkes konuşulmakta ve sürecin ne şekilde, nasıl yürüyeceği tartışılmaktadır. Yirmi maddeden ibaret olan sözleşmeye ilk bakıldığında Gazze halkı ve bu toprakların çocukları olup burayı yönetmekte bulunan Hamas ve diğer yapılar için oldukça ağır müeyyideler içermektedir Hamas, bütün bunlara rağmen, müzakerelerde bazı maddelerde değişim şartıyla “zehir içmek”ten daha beter olan bu ateşkes anlaşmasını imzaladı ve buna sadık kalacaklarını tüm dünya kamuoyuna garantörler eşliğinde duyurdu. Çünkü Hamas, kardeşleri olarak gördüğü koskoca bir İslam dünyası -liderlerinden halklarına kadar- tarafından nasıl terk edildiğini, nasıl yalnız bırakıldığını çok acı bir şekilde iliklerine kadar yaşadı. Daha da kötüsü ikiyüzlülüğü, ihaneti, çıkarcılığı, korkaklığı, maslahatçılığı, aldatılmışlığı gördü. Siyonist çetede imzaladı bu anlaşmayı ama her zaman olduğu gibi burada da ilk günden başlayarak her türlü ihlali gerçekleştirerek saldırılarını sürdürdü, öldürmeye ve yok etmeye devam etti ve etmeye de devam ediyor. Sözleşmedeki taahhütlerini yerine getirmemek için her yolu denemekte ve adeta tek belirleyicinin kendisi olduğunu tüm dünyaya haykırmaktadır. Üstelikte “imza şovu”nda bulunan garantör devletlerin gözünün içine baka baka. Bakalım süreç nereye, nasıl evrilecek hep birlikte göreceğiz.

Hamas aslında bu savaşın tek kazananı. Zira onlar tüm dünyaya “Gevşemeyin; hüzünlenmeyin! İnanıyorsanız üstünsünüz” Allah’ın bir ayetini daha güncelleyerek göstermiş oldu. Onlar biliyorlar ve tüm yürekleriyle inanıyorlar ki; Allah, kafir/zalim/fasık/tağut/müstekbir/münafık/maslahatçı ve korkaklar istemese de nurunu mutlaka tamamlayacaktır vesselam.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —