Sait ALİOĞLU

Tarih: 27.11.2025 02:16

Barış sürecini oku(ya)mayanlar…

Facebook Twitter Linked-in

Kürt sorunu, Osmanlının son döneminde Batılılaşma ameliyesi bağlamında oluşan üniterliğe dayanan ulus devlet fikri üzerinden Kürt kimliğinin red ve inkârına bağlı olarak başlamış ve günümüze kadar sürüp gelmiştir.

Kürt kimliğinin inkârı sonucunda bir halk, hemen her şeyi ve tüm değerleriyle bir yok oluşla karşı karşıya kalmıştı.

Halk çeşitli çareler düşünmüş, onları tedavüle sokmaya çalışmıştı.

Bunlardan en belirgini, Kürt halkının, “devlet kurucu unsur” olan CHP’nin yürüttüğü tek parti iktidarına karşı Demokrat Parti aracılığıyla kendi kimliklerine sahip çıkabileceği düşüncesi idi.

Ama o iktidarlarında, kendi devr-i saadetlerinde, birçok konuda olduğu üzere, bu sorun hakkında da CHP ile büyük oranda paralel düşünmeleri dikkate alındığında, bu sorun daha da büyüyecek ve sonucu itibarıyla koca bir kartopuna dönüşecekti.

Nihayetinde de öyle oldu.

Sağcı muhafazakâr partilerin iktidarları döneminde, verilen “hak ve kimlik” mücadelesinin, ne genel anlamda toplum katmanında ve ne de devlet katmanında “var olan bu sorun çözülsün/bu sorunu çözelim” düşüncesi hemen hemen hiç oluşmamıştı.

Sonuç ise malum; silahlı örgüt/ler; kan, kıyım ve nice canların ve değerlerin yitimi…

İşte, yaklaşık elli yıllık bir geçmişe sahip olup zaman zaman karşı tarafın “artık silahın devri geçti” kabilinden fikir beyan ettiği, barışın sağlanması ve akabinde ona bağlı olarak tüm ülke ve toplumsal birlik açısından bütünlüğü sağlamaya yönelik düşünce ve görüşler söz konusu oluyordu.

Zaten bu isteğe binaen 2009 Oslo süreci ile 2013’te oluşan yakınlaşmaya bakıldığında, karşı tarafta konunun çözümüne dair bir istek oluşmuştu.

Ama malum olduğu üzere mülevves eller vasıtasıyla, özellikle de 2013 süreci sabote edilmişti.

Bu kez, daha önceleri HDP’ye “PKK ile “iltisaklı” düşüncesi üzerinden şiddetle karşı çıkan Devlet Bahçeli’nin, 1 Ekim 2024’te TBMM’in açılış gününde, gidip HDP(DEM)lilerle “bir taziye vesilesiyle” tokalaşması sonrasında oluşan hava, çok kişi ve çevre tarafından şaşkınlıkla karşılanmıştı.

Barışa karşı çıkanlarla, ona taraf olanların dahi anlam vermekte zorlandıkları sözler ve ifadeler, zamanla bir devlet politikasına dönütü.

Daha sonra anlaşıldı ki, bu proje, epey zamandır devlet ve İmralı arasında var olan görüşmeleri içermesi açısından bir devlet projesi imiş…

İç’ten bakıldığında salt bir devlet projesi olduğu fikri ağır basarken, bir de bunun dünya, daha doğrususu 8 Aralık sonrası Suriye’si üzerinden okunduğunda, devlet’in kendi Kürdünü elde tutma düşüncesi akla geliyordu.

Bunun ayrıca, bir de ‘devlet’in kendi Kürdünü elde tutma’ düşüncesi içerisinde önplana çıktığında Suriye’deki Kürt nüfusun PKK/SDG sarmalından kurtulması ve en azından orada kurulan devlete bağlanması öngörülmüştü.

Hangi açıdan olursa olsun; yaklaşık yüz yıllık bir geçmişi bulunan ve temelde “hak ve kimlik” gaspı esasına dayanan” Kürt sorunun ve akabinde, onun varlığına dayandırılan terör belasının bir şekilde bertaraf edilmesi gerekiyordu.

Devlet Bahçeli’nin, yaptığı ilk çıkışta bulunduğunda yalnız kaldığı söylenecek olsa da, daha sonra DEM Parti’nin ve akabinde İmralı ile Kandil’in, buna yönelik dile gelen ifadeleri AK Parti çevresini ve en önemlisi de Erdoğan’ı da işe ilgili kılmıştı.

Bahçeli’nin çıkışının, ilk başlarda, henüz devlet görüşü içerisinde bir yere oturmadığı düşünüldüğünde, AK Parti’nin ve dolaysıyla da Erdoğan’ın, konuya dair bir şey söylemesi mümkün olmazdı.

Bu durum, bazı istisnalar dışında, barış sürecine karşı “Türk ve Kürt çevreler” için olmayacak bir şeydi. 

Burada, konunun önemine dair bir kafa karışıklığı varsa da, bu çevrelere mensup yapıların önemli bir kısmının barıştan yana olmadıkları, süreç içerisinde dile gelen söylemlerinden belli olmuştu.

Hatta Devlet Bahçeli’nin, ona muhalif olan ulusalcı partiler örneğinde olduğu üzere çeşitli çevrelerin bunu ihanet olarak tanımlamaları söz konusu olmuştu. Bu anlayış halen sürmektedir.

Var olan sorunun çözümüne barış ikliminin oluşumuna yönelik olarak bir şeylerin yapılması gerekiyordu.

Ama Bahçeli’nin konu ile ilgili sözünü yükseltmesine bakıldığında, iktidar ortağı olması hasebiyle onun söylemi iktidar açısından yabana atılamayacak bir öze sahipti.

Bununla birlikte, AK Parti cenahı böyle bir söylemle hem ilk kez karşılaşıyor ve hem de bu söylemin Bahçeli tarafından dile getirilmesi karşısında bir şaşkınlık oluşmuştu.

Ama AK Parti iktidarda olduğundan dolayı, gönülsüzde olma kabul etmek ve o söyleme yakın bir söylem ve eylem içerisinde olmuştu.

Konu, taraflar açısından kabul ve reddedilecek de olsa, bunun, bölge konjonktürü ile birlikte, ülke ve toplum açısından apaçık bir devlet proje olduğu kabul görmeye başlandığında, gerek PKK ve gerekse de iktidar cenahında düşünsel ve eylemsel birçok adım atılmış oldu.

İlk önce 27 Şubat’ta PKK lideri Öcalan yaptığı açıklamada "Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı" kapsamında örgütün silah bırakacağını belirtti.

Daha sonda, 12 Mayıs’ta PKK, örgütü feshetme ve silahlı mücadeleye son verme kararı aldığını açıkladı ve akabinde örgüt kendini fesh ettiğini deklare etti.

PKK, 11 Temmuz’da Kürdistan bölgesine bağlı Süleymaniye’de, örgütün fesh edildiğinin bir nişanesi olarak belli sayıda silahı sembolik anlamda yakarak, almış olunan kararları uygulayacağını göstermiş oldu.

Barış sürecine karşı çıkan parti, çevre ve grupları bir tarafa koyduğumuzda, yukarıda sıraladığımız ‘eylemler’in ortaya konulmuş olması, var olan sorunun çözümüne yönelik yeni durumların oluşması icap ederdi.

Bunun için en önemli “eylem” hiç kuşkusuz, “belli bir zaman dilimi içerisinde” -o da bir süreliğine- açıktan anlatılmaması gereken önemli konular ve stratejik atraksiyonlar hariç tutulduğunda, var olan sorunun “acılı, elemli muhatabı olan tüm toplumsal kesimlerin dinlenmesi, onların varsa eleştirilerini ve önerilerini dinleyip onlara çözüm sunması gereken bir komisyonun vücuda getirilmesi olmalıydı.

Öyle bir komisyonun kurulmasını iktidar ve muhalefet çevrelerine bizzat Öcalan önermişti.

Sonuçta, bugüne dek birkaç ay içerisinde, çeşitli toplumsal kesimlere mensup stk’lar, barolar, insan hakları derneklerinin vs. yetkilileri tarafından sunumlar yapılmış, öneriler dile getirilmiş oldu.

Bu komisyon, sorunu çözmek için yasa yapmayacak, kalem, kalem önerilerde bulunacak, raporlar hazırlayacaktı.

Komisyon çalışmalarında zaman zaman partiler ve onların temsilcileri arasında tartışmalarda söz konusu olmuştu.

Ama genel hatlarıyla bakıldığında –onun karşı çıkanlar tarafından akamete uğramasının arzulanmasına rağmen- komisyon tam olarak on sekiz kez toplanmış oldu.

Çeşitli toplumsal kesimlerin temsilcileri nezdinde yapılan dinlenmeler ve konuşmalar sonrasında, İmralı ile görüşülmesi, Öcalan’ın da fikrinin alınması düşüncesi ağırlık kazanmış oldu.

Bunu da en çok MHP ve Bahçeli istiyordu. Bu isteğin altında, şahıs ve parti iradesiyle birlikte, esas iradenin bizzat devlet iradesinin yattığı söylenebilirdi.

Daha sonra, “İmralı’ya gidilsin mi, gidilmesin mi?” tartışmaları başlamış oldu.

Devlet Bahçeli ve dolayısıyla MHP cenahında bir ikilem söz konusu değildi.

AK Parti cenahında ise kafalar bir hayli karışıktı. Hatta kendini “iktidar medyası” olarak takdim etmeyi kendine bir hak olarak gören Yeni Şafak benzeri gazeteler ısrarla “İmralı’ya gidilmesin!” başlığını manşete çekmiş oldular. Bu anlayışa karşı, MHP’ye yakın Türkgün Gazetesi’de Yeni Şafak’ın itirazına karşı çıkmıştı.

Muhalefet cenahına bakıldığında; başta CHP, İBB’ye ve birçok belediyeye yönelik “yolsuzluk” soruşturmaları gerekçesiyle “var olan hukuksuzluklara” vurgu yaparak, “komisyonda kalmaya evet, ama İmralı’ya gitmeye hayır!” söylemini dile getirerek, yapılan oylamaya katılmamıştı.

Bununla birlikte MHP, AK Parti ve DEM Parti ile mecliste üyesi bulunan EMEP ve TİP oylamaya katılıp, İmralı’ya gidilmesine onay vermiş oldular.

Mecliste “Yeni Yol” çatısı altında bulunan “SP, GP ve DEVA” ile YRP, DSP ve HÜDAPAR, İmralı’ya gidilmemeye yönelik karşı oy kullanmışlardı.

HÜDAPAR’ın, İmralı’da özne Öcalan olduğundan dolayı, onay vermemesi anlaşılacak olsa da, Yeni Yol grubunun olumsuz tavrı hem temsil ettikleri “muhafazakâr kitle ve hem de sözde devleti yönetme düşüncesi açısından, bizlere “buna ne lahana, bu ne perhiz” demek kalıyor.

O zaman bunların, ya ortamı “iç ve dış ile birlikte” tüm detaylarıyla okuyamadıkları, ya yakalamış oldukları konforlarından tavize yanaşmadıkları, ya da geleceğe yönelik bir umutlarının kalmayışı, plan ve projelerinin olmayışı söz konusu edilebilir.

Hangi sebeple olursa olsun, hele ki temeli yüz yıl öncesine dayanan, var olan o dayanağa binaen elli küsur yıl içerisinde oluşan ve kartopu olup toplumu bunaltan, ezen, maddi ve manevi değerleri yok eden teröre karşı oluşan olumlu ortama sahip çıkmamak talihsizlik olsa gerek.

Bu terör ortamından başta millet olmak üzere örgütün bizzat başında bulunan lideri dahi dert yanıp silahın miadının dolduğuna, barış yolunun açılması ve açık tutulması yönünde beyanlarda bulunmasına bakıldığında, kurulan komisyonun, İmralı’ya gidip bizzat Öcalan’ın düşüncesinin talep etmesi neden savsaklansın? Ki, anlaşılır gibi değil.

Eğer “iktidar olmak çok önemli ise” yıllardır Milli Görüş’ün iktidar olmasını isteyen partilerin (SP; YRP) kendilerine millet nezdinde iktidar yolunu açabilecek bir atraksiyondan kaçınmaları; DEVA ve Gelecek gibi “orada yanlışlıklara muhatap oldukları savıyla” AK Parti saflarından ayrılan liderler ve partilerin, bu konuda ondan çok gerilere düşmesi, kendileri açısından nasıl izah edilebilir? Bu da koca bir muamma…

Tarihi bir geçmişi bulunan Kürt sorununun ve ondan kaynaklandığı belli olan terör sorununun tümden çözümü için, tüm toplumsal kesimlerin görüşlerinin alınması, herkesin (birey ve halklar bazında) hakkının ve hukukunun anayasal çerçevede güvence altına alınıp resmileştirilmesi aşamasında, patinaj yapmak hiç kimseye bir şey kazandırmaz. Aksine kaybettir. 

Birçok eşik aşıldı ise, süreci olumlu anlamda nihayete erdirmek için yapılması gereken işlerden imtina etmemek, işten kaçmamak gerekir.

Bunun en iyi yolunun da, tüm okuma biçimlerinin mezcedilip, yeni bir anlayış ve kavrayışın ayırdında olmak gerektiği izahtan varestedir.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —