Ümit AKTAŞ

Tarih: 18.08.2025 13:40

Başka Türlü Yapmak

Facebook Twitter Linked-in

Afro-Avrasya kıstağı, üç kıtanın geçiş yeri olarak farklı kültürleri hem birleştiren hem de ayıran, çatışmaların olduğu kadar uzlaşmaların da coğrafyası. Üç kıtanın merkezinde ve geçiş yerinde bulunan bu işlek havza, her üç yoldan da beslenmekle birlikte baskı altında da kaldığından, bu duruma karşı çoğulluğun birliği gibi kritik bir tutumda hayat bulabilmekte. Sosyolojik karmaşasını birleştiren bu mecburiyet, her üç kıtadan gelen saldırıları bertaraf ettiği gibi bunları kendi kültürel bireşimine katma becerisini de göstererek, kendisini olduğu kadar çevresini de değiştirmeyi hep başarabildi. Yarattığı yeni sentezlerle dünyanın sadece bilim ve teknoloji açısından değil, kültürel ve dinî açılardan da merkezi olmayı da başarabildi. Bunu yaparken de sadece ve öncelikle güce değil, akla, kültüre ve inanca dayanarak ürettiği medeniyetlerle çevresine bir ışık ve yol gösterici oldu.

Ne var ki son bin yıl içerisinde, Avrupa’yla Endülüs yoluyla buluşan bilim ve kültür, Hıristiyanlık yoluyla taşınan din ve Osmanlının yarattığı baskıya tepki verme mecburiyeti, Avrupa’da farklı bir aklı üretti. Yeni Avrupa aklı, sadece bir savunma mecburiyeti ve bir tepki olmakla kalmayıp, başka türlü nasıl yapılabileceğine dair de bir örneklik verdi ve oradan itibaren başlayan bir ivmeyle ilk defa küresel düzeyde bir istilayı ve onun da ötesinde, sömürgeciliğe dayanan bir medeniyet’i ve buna dair bir kavramsallığı yarattı.

Sömürgecilik ve sömürü ise yeni bir kavram. İstila edilen ülkelerden taşınan emtia ve hatta işgücünün sadece tüketime değil, üretime de harcandığı yani büsbütün tüketilmediği bu fark, Avrupa istilasını üretken kılsa da, ilanihaye sürdürüleme(z)di. Yerellerde ortaya çıkan tepki, bu kez sömürgecilik karşıtı bir atak olarak Avrupa’nın ürettiği emtia kadar fikri, sözgelimi sosyalizmi, özgürleşmeyi ve hatta ırkçı, cumhuriyetçi ve ulusalcı tezleri kullanarak, bir karşı hamle oluşturdu. Öyle ki günümüzde sular giderek durulmaya başlansa da, Afro-Avrasya kıstağı bir türlü bu krizi aşamadı ve çöküntülerini onarıp işin içinden çıkabileceği bir (karşı) tezi üretemedi.

Esasında ise bu tez, özünde başka türlü yapma (sözgelimi Japonya ve Çin gibi) fikrinden doğmalı ve orada da kalmamalı, düşünsel olarak da sömürgeciliği aşabilen yolları üretmeliydi (Gandi ve Nelson Mandela gibi). Afro-Avrasya kıstağı ise İbrahimî üç dinin çıkış noktası olarak kadim bir kültürel havzayı oluşturduğundan, bu dünyada sorunlar kadar imkânlar da daha derin katmanları haizdir. Öte yandan burası farklı kültürlerin bir arada yaşadığı melez (çok kültürlü) bir coğrafyadır. Michel Foucault’nun da dikkat çektiği gibi bu coğrafyada, Atina’nın mülkiyetçi demokrasisine karşı pastoral bir toplumcu kültür vardır ve bu kültür çoğunlukla farklı cemaatleri barındıran bir çoğulculukla neşvünema bulmuştur. Bunları çok da dikkate almayan hızlı bir modernleşme çabası ise biçimsel tepkileri aşamadı ve başka türlü yapmaya dair ortaya yeni bir yol koyamadı.

Osmanlının çöktüğü modernleşme sonrası boşlukta türeyen akımlar (Kemalizm, Hint modernizmi, Nasırcılık, İran Devrimi…) bu ince ayrımı dikkate almamış veya umursamamış, Avrupa’nın bile süreç içerisinde ıslah ettiği cumhuriyetçi tezlerin tek biçimliliğini (tek devlet, tek millet, tek bayrak…) esas alarak homojen uluslar yaratma çabası içerisinde, bölgenin doğal çoğulluğunu ve kültürel zenginliğini tehcirler, katliamlar, parçalanmalar ve bir türlü sonu gelmeyen çatışmalarla tasfiyeye yeltenmiştir.

Bu körlük ise bunca tecrübeye ve olumsuzluklara rağmen hâlâ da sürdürülmeye çalışılmaktadır. Sözgelimi Suriye’deki son Nasırcı diktatörlük de İran’ın desteğine rağmen bu uğurda çökse de, bu kez de Türkiye, kendi ulusalcı Kemalist tezlerini Suriye’ye dayatıyor ve ısrarla çoğulculuğu bastırmaya çalışıyor. Filistin ve İsrail halkları bir arada yaşamayı beceremedikleri gibi ayrı devletler halinde de yaşayamamakta, İran kendi halkına uyguladığı hakları Kürtlerden ve diğer farklı toplumlardan esirgemekte, bir arada yaşayabilecek ortak kültürleri olan Arap ülkeleri dağınık emirlikler halinde dünyanın yegâne diktatoryal siyasal havzasını oluşturmakta, kısacası Daron Acemoğlu’nun dikkat çektiği o dar koridor bir türlü aşılamamakta.

Evet, bu kadim kültürel coğrafyanın kargaşadan çıkabilmesi ve akılsızlıklardan kurtulması acil bir ihtiyaç ama bunu zannettikleri gibi, kendilerine dünyanın parasına mal olan daha fazla silaha ya da dış güvencelere dayanarak sağlayamayacakları da ortada.  Zira toplumların inkişafında olduğu kadar gelişiminde de belirleyici güç, silahların ve imkânların  (petrol, nüfus, doğal etkenler…) gücü değildir. Temel etken, başka türlü nasıl yapılacağı ve sorunların akilane bir biçimde nasıl çözümleneceğine dair stratejik bir akla sahip olmaktır. Nitekim Çin’i ve Hindistan’ı bağımsızlaştıran bu oldu; sonraki kuşakta ise İran ve Güney Afrika’yı sömürgecilikten kurtaran da bu oldu. Ve bu mücadeleler sanılanın aksine silahlara değil, stratejik akla ve bu aklın ürettiği başka türlü yapabilme becerilerine dayandı.

Sömürgecilikten kurtulmak elbette ki oldukça önemliydi ama daha da önemlisi sömürgecilik sonrası durumlarla baş etme becerisiydi. Önemli bir tarihsel derinliğe sahip olsalar da, bir türlü sömürgecilik sonrası sorunlarıyla baş etmeyi beceremeyen Afro-Avrasya kıstağı ülkeleri ise aslında bildiklerini hatırlayamamak (hafıza kaybı), tecrübelerini küçümsemek (modernizm saplantısı) ve yaşananlardan da ders alamamak (öğrenmeme kibri) gibi sorunlarla malûller.

Bunları yap(a)madıkları için de sorunlarını sürekli başkalarına çözdüren zengin, şımarık ya da aciz çocuklar gibi sürdüregeldikleri tutumları, paradoksal bir biçimde bir tür mustazaflık halidir.  Hatta ondan da daha kötüsü olan şu aşağıların aşağısı olma hali ki bu durumda tıpkı Hobbesçu tanımlamada olduğu gibi insan insanın kurdudur. Nitekim birçok Batılı ülke (halkı) bile İsrail karşısında Gazze halkını desteklerken, bölgedeki Müslüman ülkelerin birçoğu gizli ya da açık bir biçimde İsrail’e destek vermek gibi bir şaşkınlık içerisindeler.  

Tutumlarının paradoksallığı aslında güçsüz olmadıkları halde neyi nasıl yapabileceklerine dair ortak bir akla, istişare ve müzakereye açık olmamalarından ve bu nedenle bir türlü ortak iş yapma becerisi gösterememelerinden kaynaklanmakta. Bu nedenle de şûra kadar demokrasiden de uzaklar. Oysa mustazaflar genelde yoksul, yoksun, ezilmiş kitlelerdir. Bölük pörçük Arap emirlikleri kadar Mısır, Türkiye ve İran gibi geçmişin ihtişamlı ülkeleri ise biçimsel olarak ezilmişlikle malul olmadıkları halde buna özgü bir tür psikolojik travma içerisinde yaşamaktalar. Sonuçta ise yaşadıkları çöküş halinin travmasını atlatamadıkları için makul olanı öğrenme yetisinden ve arzusundan da uzaklaşmışlardır.

Tarihin bir noktasına takılıp kalan bu ülkelerin, bin bir güçlükle yetişen aydınlarını da insafsızca harcamaları, yaşadıkları bu travmatik durumdan çıkmalarını engelleyen en önemli etkenlerden biri iken, diğeri ise dost belledikleri sömürgeci ülkelerin onları beşikte tutma çabasıdır. Öyle ki son bir yıl içerisinde ABD’nin kılını bile kıpırdatmaksızın bölgede yarattığı değişim, beğenelim beğenmeyelim, temelde belli bir akla dayanan stratejik hamlelerin bir sonucudur. Ki bunun en son örneği, İran’ın yıllardır engellediği Asya’yı Avrupa’ya bağlayacak olan Zengezur yolu, ABD’nin müdahalesiyle Trump yoluna dönüştürülmüş ve Ermenistan da bu süreçte Rus-İran ittifakından çıkarak ABD-İsrail ittifakına dahil olmuştur.

Ulusal imkânlarını silahlanmaya ayırarak halklarının özgürlükleri kadar gelişimlerini de engelleyen bölge ülkeleri, doğal olarak toplumsal standartlarını da yükseltememektedir. Gelişkin bir akla dayanan stratejiden yoksun, silahların bir türlü işlerine yaramadığı, nüfuslarının çoğunluğu fakru zaruret içerisinde olan bu ülkelerdeki iktidarlar ise yarattıkları bir zenginler sınıfına ve zorbalıklara dayanarak ayakta kalabilmektedir. Nitekim Türkiye milyarder sayısında 19. sıraya yükselirken, gelir dağılımı eşitsizliği açısından 2022 yılı verilerine göre dünyanın en kötü 28. ülkesidir. Buna koşut bir biçimde dünyanın en güçlü ordularından birisine sahipken, insan hakları, hukuk ve eğitim açısından içerisinde bulunduğu asimetrik durum, toplumsal sefaletini açıklayan bir göstergedir.

Yetişmiş insanları sürekli Batı’ya kaçan bu ülke, silah üretimiyle halkını teskin ederken, ancak etkin ve gelişmiş bir aklın önleyebileceği deprem ve orman yangınları gibi felaketlerin ise bir türlü önüne geçememekte. Bölgenin diğer önemli ülkeleri olan İran ve Mısır’ın durumları da farklı değil. Buradan çıkış ise sömürgecilik sonrası ezberlerinden, özellikle de silahlanmaya dayanan pahalı yatırımlardan vazgeçerek toplumsal gelişimi öne alan bir stratejiye yönelmekle mümkün. Yurt savunmasının artık salt silahlara dayanılarak değil, yaygın ve gelişkin akılların ürettiği ortak stratejilerle gerçekleştirildiği, toplumun en önemli ihtiyacı olan adaletin de ancak bu şartlar içerisinde sağlanabileceğinin farkına varılmaz ise bölgenin kaderinin değişmesi de mümkün gözükmemekte.

 

Kaynak: farklı bakış


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —