Tarih: 22.07.2025 19:16

Toplumca kapıldığımız, “LGS” ve “YKS” sınavları histerisi…

Facebook Twitter Linked-in

Türkiye, son bir haftadır Liselere Giriş Sınavının sonuçlarını ve soruların tümünü doğru cevaplandırarak 500 tam puan alan 719 öğrencinin sınav birinciliğini tartışıyor.

LGS sonuçlarından bir hafta sonra bugünlerde de Yükseköğretim Kurumları Sınavı (YKS) sonuçları, medyanın aktüel ilgi alanına girdi. Şimdilerde de bu sınavın sonuçlarını tartışıyoruz.

Sınav sonrası çok sayıda "birinci" çıkması durumunda; soruların "doğruluğu," "ölçme yeterliliği" ve sonuçların "adil değerlendirilip değerlendirilmediği" tartışılmaktan uzak kalamıyor.

LGS sınavlarına giren 1 milyon, YKS sınavlarına giren 2.5 milyon olmak üzere her yıl yaklaşık 3.5 milyon (bazı yıllarda 4 milyon) öğrenci, 12 yıllık orta öğretim dönemi boyunca, 8'inci ve 12'inci yıllarda olmak üzere iki kez; yoğun psikolojik baskı ve stres altında "Sırat köprüsünden geçercesine" hayatlarının geleceğini belirleyen iki sınavın cenderesinden geçiyor.

Aileleri ve yakınlarıyla birlikte onmilyonlarca insan, nefeslerini tutarak sınav sonuçlarının ilan edilmesini bekliyor. Sonuçlar ilan edildiğinde yüksek puan tutturan ve düşük yüzdelik dilime girenler, aileleriyle birlikte yüksek puan almanın verdiği başarı hissini ve zafer sarhoşluğunu yaşarken; düşük puan alan ve beklentilerinin altında kalanlar, hayal kırıklığı ve başarısızlık duygusunun verdiği çöküntüyü yaşıyorlar.

"Oğlumuz sınavda şu kadar yüksek puan aldı," "Bizimki başarılı olamadı," "Filan okullar süper başarı gösterdi," "Falan okullar yaya kaldı.." gibi…

Bir öğrenciyi, 12 yıllık uzunca bir sürenin iki farklı aşamasındaki sadece iki sınavdan elde ettiği sonuçlarla "başarılı" veya "başarısız" olarak etiketlemek ve hayatının gelecek dönemleriyle ilgili hakkında peşin bir yargıya varmak doğru mu?

Bilim, kişisel başarının çok boyutlu gelişim alanlarının toplamıyla şekillendiğini savunurken; Türkiye'de neredeyse tüm toplumsal ve kurumsal yapılar bu ilkeyi göz ardı etmekle kalmayıp, sınav sonucunu öğrencinin hayat yolculuğunu mutlak surette belirleyen bir "kader mekanizmasına" dönüştürmüş bulunuyor.

86 milyonluk Türk toplumu; devlet teşkilatıyla, siyasi iradesiyle, üniversiteleriyle, Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde 1 milyon 200 bin kişilik öğretmen ordusu ve eğitim uzmanlarıyla, asli eğitim sorumluluğundan doğan temel fonksiyonlarını bir tarafa bırakıp; bütünüyle kâr odaklı "özel okul ve dersanecilik sektörünün" kontrol ve güdümü altında, kendisini test sisteminin kıskacına kaptırmış bulunuyor.

Modern öğrenme teorileri, başarı kavramını; entelektüel donanım, eleştirel düşünce, sosyal beceriler, özgün olabilmek, etik değerlere bağlılık, problem çözme yeteneği ve hayat boyu öğrenme gibi becerilerin etkili olduğu çok boyutlu bir gelişim evreninde tanımlar. Türk eğitim sisteminde ise bu çok boyutlu başarı; kısa süreli, dar kapsamlı sınav skorlarına indirgenerek ciddi bir "ölçme yanılsaması" üretmektedir. Eğitim sosyolojisi literatüründe bu durum, "sınav iktidarı" (testokrasi) olarak kavramsallaştırılmış ve birçok araştırmada eğitim sistemlerinin en temel patolojilerinden biri olarak tanımlanmıştır.

Sürekli sınav başarılarına odaklanarak büyüyen çocuklar, "kendilik" algılarını sınav sonuçları üzerinden kurmaktadırlar. Bu durum öğrencilerin özgüvenini zayıflatır; başarı olgusunu içsel özellikler üzerine değil, dışsal faktörler ve geçici bir "skor"sistemine bağımlı hâle getirir. Başarısızlık durumunda, yalnızca "bir sınavdan düşük almak" değil, "ben başarısız bir insanım" algısı gelişir. Bu da ister istemez, ilerleyen yaşlarda kişisel tatminsizlik, çevresine ve topluma yabancılaşma ve iş hayatında "düşük duygusal dayanıklılık" gibi çok sayıda zincirleme soruna neden olur.

Yarış atlarıyla "test öğrencileri" arasında bir çok yönden şaşırtıcı bir benzerlik bulunmaktadır:

Yarış atları, yalnızca hız ve kısa mesafe performansına odaklı yetiştirildiklerinden; sosyal içgüdüleri körelir, doğal hareket çeşitlilikleri bastırılır, zihinsel esneklikleri zayıflar ve erken fiziksel tükenme yaşarlar. Doğal çiftlik ortamında yetişen atlar ortalama 25 yıl yaşarken, sürekli yüksek koşu performansına göre yetiştirilen yarış atlarının ortalama 18 yıl yaşadıkları bilinmektedir. Yüksek yoğunlukta, uzun süre boyunca test odaklı yetiştirilen öğrenciler de, sınav başarısı dışında tüm beceri alanlarından koparılır, merak ve keşfetme dürtüleri köreltilir, eleştirel düşünme yönleri ve özgünlükleri gelişmez, empati duyguları ve işbirliği refleksleri zedelenir. Bu bağlamda, özgüvenleri test puanları yoluyla dışsal uyaranlara ve araçlara bağımlı hale gelirken; uzun vadede kişilik zayıflığı, toplumsal aidiyet eksikliği ve mesleki kırılganlık gibi çok yönlü sorunlar ortaya çıkar.

Sürekli test başarısına endekslenmiş, hayatın anlamını testlerde aldıkları puanlarla özdeşleştiren öğrenciler, sosyal çevrelerinden koparak yalnızca bireysel performans sıralamasında varlıklarını tanımlayan, çevresel duyarlılık ve toplumsal aidiyet hislerinden uzaklaşan, empati ve paylaşım refleksleri körelmiş, kollektif üretim ve takım sinerjisi oluşturma becerileri ciddi biçimde zedelenmiş bir yapıya sürüklenirler. Bu kişilerde, sistemin sürekli rekabet ve kıyaslama baskısıyla beslediği görünmez narsistik eğilimler derinleşirken, başarıyı kişisel üstünlük kalkanına dönüştüren; birlikte hareket etmeyi "zayıflık," yalnız ilerlemeyi "üstünlük" olarak kodlayan sağlıksız bir karakter yapısı şekillenir. Oysa bu durum; hayatın gerektirdiği, sosyal uyum, takım çalışması, birlikte üretme ve "grup aidiyetinin paydaşı olma" ilkelerine bütünüyle ters düşmektedir.

Ebeveynlerin, bir sendrom olarak nitelendirilebilecek "çocukları üzerinden kendilerini gerçekleştirme" yaklaşımı; temelde çocuklarının sınav başarısını kişisel sosyal statülerinin uzantısı olarak algılamalarıyla ifade edilebilir. Türkiye'de ailelerin LGS ve YKS sınavlarına marazi derecede abartılı yaklaşımlarına bakıldığında; sınav sonuçları, çocukların değil, ailelerinin sınıfsal aidiyetlerinin ve toplumsal statülerinin göstergesi hâline getirilmiş durumdadır. Bu bağlamda sınav süreci, çocukların sağlıklı gelişme alanı olmaktan uzaklaşıp, ebeveynlerin narsistik ihtiyaçlarını tatmin arayışına girdiği bir zemine dönüşmüş bulunuyor.

Toplumun sağduyulu olması beklenen yetişkin kesiminin (ebeveynler, eğitimciler, bürokratlar, siyasetçilerin), bu gerçeğin tersine davranarak sınav puanını insanın bütün hayatını şekillendiren "mutlak başarı ölçütü" gibi görmeleri; "kollektif akıldışılık" ve "toplumsal bilinç geriliği" olarak tanımlanabilir. Devletin ve eğitim sorumlularının, böylesine dejenere edici bir sakatlığı, ortadan kaldırmak yerine kabullenmesi, hatta savunması; Türk eğitim sisteminde kitle psikolojisinin yozlaştırıcı gücünü ve toplumunuzun büyük bir illüzyonun etkisi altında olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Test odaklı eğitim sistemlerinin ürettiği temel çıktı, kısa vadede sınav kazanma becerisi yüksek; ama uzun vadeli düşünme, özgün değerler üretme, eleştirel sorgulama ve duygusal dayanıklılıkta ciddi zaaflar taşıyan bir insan profilidir. Bu da makro düzeyde, "niteliksiz beşeri sermaye" problemine yol açar. Nitekim Türkiye, eğitimli insan sayısını arttırsa da, nitelikli insan yetiştirmede dünya sıralamasında geri planda kalmaktadır. PISA testlerinde Türkiye'nin OECD ülkeleri arasında en son sıralarda yer alması, bu gerçeğin bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor.

Yarışma odaklı yetiştirilmiş, ama değer üretme becerisi olmayan öğrenciler, AR-GE faaliyetlerinde ve yüksek teknoloji geliştirmede yetersiz kalmakta; sonuçta bu durum ülke ekonomisinin düşük katma değer sarmalından ve "orta gelir tuzağından" çıkmasına engel olmaktadır. Türkiye'nin, Küresel Yenilikçilik endekslerinde sürekli geri sıralarda kalması, "bilgili ama üretken olmayan insan kaynağı" yetiştirmesiyle yakından ilgilidir.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —