Aydınlanma sürecinin görece olumluluklara doğru bir arayış ve çağrı belirtileri göstermesine rağmen, kitleleri harekete geçiren ivmenin giderek kapitalizmin önünü açması ve buradan doğru bir yeryüzünü istila seferberliğine dönüşmesi, insanlığı hızlı bir çöküşe sürüklemekte. Öyle ki o güne değin yerel ölçeklerde sürdürülen savaşlar ve çatışmalar artık küresel bir seyir izlemekte ve tüm dünyayı etkilemekte. Bu etki ise sadece toplumları değil, tabiatı da tehdit etmekte. Nükleer silahların yaygınlaşması bu konudaki kritik eşiğin aşıldığına dair bir emare olsa ve sınırlandırılmaya çalışılsa da, bunun da önüne geçilememekte. Nitekim son İran-İsrail çatışmasının gerekçesi de İran’ın nükleer silah yapma çabasını önleme iddiasıydı.
İran’ın bu çabalarına karşı çıkan ve saldırganlığını bununla meşrulaştırmaya çalışan İsrail ise çoktan beri ve hiçbir denetime tâbi tutulmadığı nükleer silaha sahip. Bu ayrıcalığını ise Birleşmiş Milletler Teşkilatını giderek işlevsizleştiren şımarık istisnailiğine borçlu. Holokost vahşetinin kendisine açtığı kredinin istismarına dayanan bu şımarık eda, gizli saklı icra edilen Holokost’a karşı, benzeri bir vahşeti apaçık bir biçimde uygulamaktan kaçınmamakta ve buna rağmen Batı dünyası tarafından koşulsuz desteklendiği gibi, Doğu dünyası tarafından da sessizlikle karşılanmakta. Ki bu sessiz(leştirilmiş) kitleler arasında İslam ülkeleri de var. İsrail’in özellikle de Gazze halkı karşısındaki vahşice saldırılarına karşı tepkiler bu zalimlik karşısında kayda değer bir etki göstermediğinden, İsrail, kendisini yurtlandıran zulmü gerekçe kıldığı şımarıklığıyla pervasız bir biçimde, sadece BM tarafından tanınan bir devlet olan Filistin topraklarını değil, etrafındaki diğer ülkeleri de işgali sürdürmekte.
Elbette ki sorunun çözümü İsrail’in bir günah keçisi ilan edilerek lanetlenmesi ve hatta yok edilmesi olamaz. Zira bu zalimlik, giderek büyüyen ve tüm yeryüzünü istila etmekte olan kapitalizmin saldırganlığıyla desteklenmekte. Yeryüzünü istila süreci hızla tabiatın hesapsız bir biçimde kullanıldığı/sömürüldüğü bir aşırılığa doğru evrilmekte. Gerçi bu yeryüzünde hiç görülmemiş bir şey değil. Benzeri felaketler daha önceleri de yaşandı ve yerel ya da küresel çöküşlerle sonuçlandı. Ki Kutsal Kitaplar da bu, helak olarak ifade edilmekte.
Şüphesiz ki Allah, sorumluluklarını müdrik şahsiyetler yoluyla toplumların zulmü ve kötülükleri aşmasını ister. Mesela firavun toplumunun akıldışılığı, zorbalığı ve zalimliği karşısında Musa, olumlu bir toplumun inşası için çaba gösterir. Burada ayetin hitabı, ilahi ilkeler ile toplumu bütünleştirecek bir biçimde özneleşir. Biz de istiyorduk ki orada ezilmekte olanlara lütfedelim, onları topluma önder ve yeryüzüne varis kılalım (Kasas, 5). Firavunun sorunu ise akla ve adalete aykırı, abes (ırkçı ve sınıfçı) bir yönetimi sürdürme konusundaki ısrarıdır.
Dikkatsiz bir okuma ise bu süreç içerisinde Mısır toplumunun karşılaştığı felaketleri ilahi bir ceza olarak yorumlayabilir. Sözgelimi şu ayetin çevirisinde de yapıldığı gibi: Ve böylece şehirlerin mütekebbirleri çevirdikleri entrikalarla suça battılar. Her ne kadar bu entrikalar kendi aleyhlerine işlese de, (mütekebbirlere özgü bir körlükle) bunu da anlayamadılar (Enam, 123). Ayetin çevirilerinde ise sanki şehrin suçlu önderleri Allah tarafından başa geçirilmiş gibi bir anlam çıkarılmakta. Oysa toplumun etkisizliği nedeniyle iktidarı onlar ele geçirir ya da bir kez iktidara ge(tiri)ldikten sonra tebaanın sessizliğinden yararlanarak suça batar ve şehri/ülkeyi de suça batırırlar. Böylece kötülüğü karşı sessiz kalan toplumun gidişatı, bilinçli bir tepki olmadığı sürece bu yöndeki akışını sürdürür.
Maalesef toplumlar çoğu kez egemenlerini sorgulamaksızın onlara uyar ya da işledikleri suçlar karşısında sessiz kalarak toplumun adım adım helake gidişine rıza gösterir. Dolayısıyla da, günümüzde de olduğu gibi insanlığın kendi aleyhlerine işleyen bir süreç karşısında aymazca suskunluğu, kaçınılmaz bir biçimde onları bir helake sürükler. Zira bir toplum kendisini değiştirmedikçe Allah onları değiştirecek değildir (Rad, 11). Kısacası Allah, toplumsal değişimi insanların yönelimlerine bırakmıştır çünkü bu konuda sorumluluk onlarındır.
Belki denilecek ki bu kadar vahşet ve saldırganlık karşısında şayet Allah’ın mucizevi yardımı olmazsa örgütsüz ve savunmasız insanlar ne yapabilir? Ama bu oldukça kaçamak bir yargıdır. Zira insanlık tarihi buna dair olumlu pek çok misale sahiptir. Sessiz(leştirilmiş) ezilen kitlelere egemen olan bir avuç zalimin şımarıklığı kadar, bu zalimliğe karşı koyan bir avuç inanmış insanın yazdığı destanlardan da haberdarız. Sözgelimi Yusuf’u Mısır’da yetkin bir noktaya getiren, kuraklık ve kıtlık sorununu çözmekte gösterdiği çözüm becerisidir. Bir türlü öğüt dinlemeyen firavun karşısındaki Musa’nın davranışı da, tıpkı Muhammed (as)’in yaptığı gibi, kendisine inananlarla birlikte özgürleşebilecekleri bir beldeye hicret etmesidir. Veya geçtiğimiz yüzyılın en önemli sömürgecilik karşıtı mücadelesini, hem de döneminin en büyük silahlı gücüne karşı hiçbir silaha başvurmaksızın sürdüren ve kazananın Gandi ve yoldaşları olması gibi. Ki benzeri bir örnekliği Güney Afrika’da Nelson Mandela da vermiştir.
Oysa Türkiye ve İran gibi halklarının imkânlarını silahlanmaya vakfeden ama bunu yaparken onları giderek yoksullaştıran ülkelerin ya da Arap ülkeleri gibi petrol gelirlerini hiçbir zaman kullanmayacakları silahlara harcayarak kapitalizmi finanse edenlerin akıldan uzak tutumları, tersine bir duruma işaret eder. Ormancılarını ve askerlerini hoyratça mağaralarda kurban veren Türkiye’nin öte yandan uzay çalışmalarına girişmesi tuhaf değil mi? Başşehri havasızlıktan ve susuzluktan kırılan İran’ın tüm imkânlarını nükleer silahlanmaya harcaması ve bu konuda savaşa girmekten bile çekinmemesi karşısında ne denebilir? Oysa her iki ülkenin de dünyaya oldukça farklı bir örneklik vermesi gerekmez miydi?
Her iki ülkede de, Kürtlere kendi dillerinde eğitimin yasaklanması, yani en doğal haklarından mahrum bırakılmaları da aslında yönetimlerin sürdürdükleri bu temel duyarsızlıkla ilgili değil mi? Ki bu yönetimler, yüzyıllarca bir arada yaşadıkları halklara daha olumlu bir örnekliği vermeleri gerekirken, adeta sömürgeciliğin geride bıraktığı bir tutumu izlemektedirler. Bunu yaparken de ötekileri aynılaştırmaya çalışan ırkçı bir modernlik anlayışının çöktüğünün ve banileri tarafından bile terk edildiğinin farkında bile değiller. Ama görülen o ki, bu tür bir olumlu adımı atmak yerine, verili küresel kamplaşmanın tarafları olarak tam da emperyal güçlerin isteklerine uygun bir biçimde davranmaktalar.
Oysa dünyanın kıymeti bilinmeyen en büyük değeri barıştır. Üstelik İslam da kavramsal anlamıyla barış değil mi? Hem de bu, kendilerince kıymeti bilinmeyen manevi bir değer olmanın ötesinde, maddi karşılığı olan da bir değer. Çünkü insanlığı savaş gibi bir beladan ve silahlanmanın faturasından da kurtarır. Gerçi savaş, özellikle de kapitalistlerin ve işbirlikçisi yerel iktidarların pek de kurtulmak istediği bir şey değil. Çünkü birçok siyasi ve iktisadi manipülasyon savaş sektörü üzerinden işler. Bunun en büyük misalleri de ABD ve Rusya gibi süper güçlerdir. İrili ufaklı bütün despotlar, savaşı iktidarda kalmanın bir yöntemine dönüştürmüşlerdir.
Kapitalizmin yeryüzünü silahlandırma ağının müşterilerinin birçoğu ise maalesef Müslüman toplumlar. Bu silahlanmanın meşruiyet kaynağı ise İsrail gibi içlerine sokulmuş olan avatarlar ama bu silahlar da daha çok birbirlerine karşı kullanılmakta. Sorsanız, silahlanmadaki amaçları kötülüğe engel olmak! Sözgelimi İran, nükleer silaha ulaşmak için halkının sefalete düşmesi pahasına tüm dünyayı karşısına alırken, Türkiye ise silahlanmada yeni teknolojilere ulaşmak için İsrail’le işbirliği yapmaktan çekinmemekte. Peki, bunda insanlığın hayrına olan ne var? Dünyaya sunulan yegâne övünç bu mu?
Yıllardır ulusalcı Kemalizm’e karşı mücadele edenlerin, bir yandan Kürtlerle barış (terörsüz Türkiye) görüşmeleri yaparken, öte yandan bu Kemalist ulusalcılığı, tek devlet (tek lider), tek millet (tek ırk), tek bayrak (tek dil) anlayışını Suriye’ye de benimsetmek için bu ülkenin iç işlerine müdahalesi ve bu toplumun da siyasi dengelerini bozmasında herhangi bir akıldan eser var mı?
Kutsal Kitaplardaki helak kıssalarının anlattığı olayların özü de bu türden akılsızlıklara dayanmakta değil mi? Ne var ki, akıldan ve izandan yoksun biçimsel okumalar, şiddete dayanan bir kültürün dinle ilişkisine dair akilane bir bakışı ortaya koyamamaktalar. Onca ilahiyat fakültesi bunlara dair antropolojik ve eleştirel bir çalışma yapmak yerine, iktidarın organik aydınlığını ve devletin ideolojik aygıtlığını yeğlemekte. Kaldı ki bu tip bir yönelimle, düşüncenin temel koşulu olan eleştiri de lanetlenmekte.
Eleştirellikten yoksun bir metin okuması, çözümlemesi ve oradan dersler çıkararak bunun hayata taşınması çabasından uzak olan bir aklın varacağı yer ise kapitalizmin esasında dünyayı küresel bir helake götüren silahlanma yarışını ve özellikle de nükleer silahlanmayı olumlamaktan başka ne olabilir ki? Yeryüzündeki dozu giderek artırılan silahlar veya başka amaçlarla kullanılan kimyasallar, tabiatı adım adım çevresel bir felakete doğru sürüklüyor. Oysa bizim hiçbir kıymet atfetmeksizin, nobranca kullandığımız hava, su, bitkiler ve hatta bir tek bakteri bile, tüm imkânlarımızı ortaya koysak bir zerresini yapamayacağımız bir kıymetteler.
Kur’an’daki Ad, Semud, Lût gibi kıssaları bu nazarla okuduğumuzda bambaşka bir anlatıyla karşılaşırız. Tanrısal uyarılar aslında o hiç kıymet vermediğimiz doğal ve toplumsal dengeleri ve ahlakı korumak için vaz edilir. Helak’ın asıl nedeni bunlara riayetsizliktir ve her şey gözlerimizin önünde, bizim ilgisizliğimiz ve sorumsuzluğumuzun karşısında usul usul gelişerek bir felakete doğru gider. Bu yozlaşmalar karşısında kıpırdamayan yüzler, felaketle karşılaştıklarında şaşakalırlar. Bir kez olsun savaşlara karşı çıkmamış, bir tek yoksulun elinden tutmamış, bir kez zulme karşı sesini yükseltmemiş, bir kez ağacı, suyu, toprağı veya yeşili koruma çabası içerisinde olmamış, katledilen şehirler karşısında sesini yükseltmemiş kişiler, felaketlerle karşılaşıp, Rabbim bunları neden başımıza getirdin diye feryat ettiklerinde, aslında kuşaklar boyu süregiden ve karşısında sessiz kaldıkları bir yozlaşmanın kurbanı olacaklardır.
Kaynak: farklı bakış