Muhittin BAĞCI

Tarih: 22.05.2020 16:45

Yaşamın İçindeki Edebiyat

Facebook Twitter Linked-in

Edebiyat; doğurgan bir hayatın heyecanla atan yüreği, taşkınlığa müsait aklın kelimelerle silahlanmış korunaklı sığınağıdır.  

Hayatı bir bütün olarak ele alan, dillerde ve gündemlerde başıboş dolaşan kelimeleri kâmil bir standart dâhilinde bir düzene sokan, yaşamdan kopmuş veya koparılmış değerleri hak ettiği yere konumlandıran, dünü, bugünü ve yarını anlamlandırarak birleştiren ve ona ışık tutan, düşünen ve düşündüren bir tesisatın mimarı olan ve içinde edep barındıran edebiyat lazımdır bize.

Hayat, edebiyatın varlığını kabul etmekle, onun içinde kendini biriktirir.

Edebiyat kavramı, farklı ama tamamlayıcı ve zengin manaları temsil etmektedir. Bir bilim dalı olarak, sanatın ilkelerini, kurallarını, sanatsal yöntemlerle oluşturulan ürünleri inceleyen ve araştıran edebiyat; toplumların, yaşadığı dönemlerde kendi dillerinde sözlü ve yazılı oluşturdukları yapıtları ve eserleri de ele almıştır/almaktadır. Bu yönüyle ona literatür de denilmektedir. Zaman zaman “edebiyat yapmak” sözü, deyim olarak kullanılmakta, bu deyim; süslü söz veya gereksiz konuşma manasına gelmektedir. Ancak tüm bunların hepsinden daha çok öne çıkan ve insan zihnine ve yaşamına manayı dokuyan işleviyle edebiyat; duygu, düşünce, olgu, olay ve izlenimleri dil aracılığıyla estetik bir biçimde, sözlü ve yazılı anlatıma dönüştürmekte ve bu yönüyle yaşamın içinde ve ilişkilerin odağında yer almaktadır. İşte edebiyatın yaşam için asıl önemli olan işlevi budur.

İnsan yaşamının her döneminde var olan ve yaşamın bizzat kendisi olan kazanımlar, kaybedişler, sevdalar, ayrılıklar, kavuşmalar, hüzünler, özlemler, dram ve ölüm gibi olgular, kimi zaman yazılı kültür olarak kimi zamanda sözlü kültür olarak ses ve işitme bütünlüğü içinde canlı ve etkileşimli bir üslupla hayat bulmuştur. Hayatın her hâli, her aşaması, tarihin her dönemi, aslında en kalıcı olarak edebiyatla not edilmeye ve anlamlandırılmaya devam etmiştir/etmektedir. Bu yönüyle bir tarihçiden çok, bir edebiyatçının tarihi öğretmesi, daha kalıcı ve daha işlevseldir.

Bize tarihi getiren ve bizi geleceğe taşıyan, insanların birbirlerini ve yaşamlarını, anladığı ve anlamlandırdığı dertlerine ortak olduğu, söylemine katkı verdiği edebiyat olgusunun ve edebiyat dilinin, her an hayatla iç içe olduğu ve olması gerektiği bir gerçektir.

Günün her saatinde insanları, tabiatı, insanlar arası ilişkileri, ilişkilerdeki boyutları, iyi ve kötü yönleri, güzel ve çirkin tarafları gözlemleyenin edebiyat olması, insanların birbirini anlaması ve kabul etmesinde, davranışlarında, çevreyle ve tabiatla ilişkilerinde doğru dengeyi sağlamada rol alması, onu önemli bir unsur haline getirmektedir.

Günümüzde edebiyat, kimilerince eline kalemi alıp şiir yazmak, roman yazmak, süslü söz söylemek olarak algılansa da ve böylece hayattan soyutlanmaya ve hayali kurguların sözcüsü gibi gösterilmeye çalışılsa da, gerçekte edebiyat insan hayatının tamamını kapsayan anlam derinliğinin ve zenginliğinin adıdır.

Kullandığı dil, malzeme, çalışma yöntemi, kendini ortaya koyma şekli ve koşulları, mantık örgüsü, içine kattığı merhamet ve sevgi duygusu ile düşünce ve fikirlerin, zihinlere ve kalplere sağlam bir şekilde yerleşmesine yardımcı olur. Bu iç içelik tekrar tekrar dirilmeyi ve diri kalmayı sağlar.

Edebiyat, çayın içinde şekerin eriyip çaya tat vermesi gibi, fikirleri içinde eritip hayatı anlamlandırma işlevini üstlenen temel bir olgudur. Geniş kitleleri tarihin ve zamanın bilgilerine, fikirlerine ve bilincine ısındıran edebiyat, kalp ve beyin arasındaki duyguların akıl bağlantısını tamamlayarak asıl manya götürür insanı. Bu süreçte açılan her kapı, atılan her adım edebiyatın ince seçici ruhu ve umut edilenlerin, hayal edilenlerin, hedefe koyulanların tercihinde kullandığı zarif içgüdüsü ile hayatı bizim için yaşanabilir, katlanılabilir, seviyeli bir gerçeğe dönüştürür.

Seçici ince ruh ve beden bütünlüğü ile fikirleri sözlerden ve kelimelerden süzerek anlamı oluşturan mükemmeliyetin tetikçisi olan edebiyat, hayata neyin dahil edilip, neyin dahil dilmeyeceğini belirlemekte de önemli fonksiyonlar üstenir. Doğurgan bir hayatın heyecanla atan yüreği, taşkınlığa müsait aklın kelimelerle silahlanmış korunaklı sığınağıdır.

Edebiyatın doğurganlığını yitirdiği kısırlaştığı, dönemlerde, yaşamda bir daralma, bir kısırlık, bir sığlık oluşur. İnişli çıkışlı hayat yaşayan insan, günübirlik yaşamlarında güven ve emniyet tesis etmede zorlanmaya başlar. Bir türlü fikri ve insani olgunluğu yakalayamaz. Okur, okuduğunu anlar ama anlamlandıramaz. Beden, ruh, tabiat ve yaratıcı dengesini kuracak bir standarda ulaşamaz. Nesneleri olması gerektiği şekliyle göremediği gibi, olmadığı şekliyle görme aşırılığına düşerek yönünü kaybetme riskiyle karşı karşıya kalır. Elindeki, avucundaki kaynakları, nesneleri, fikirleri; hayatın içinde istediği yerde istediği gibi kullanma tarzını özgürlük sanır. İşte bu, edebiyatın; insan zihnine ve yaşamına manayı dokuyan işlevinden yoksun bırakılmasının sonucudur.

İnsanı daima başarısız, sınırlandırılmış ve eksik hissettiren, fikirlerini, tutkularını, tercih ve tekliflerini bir potansiyel halinde kapasitesi içerisinde barındırdığı halde, onu hayatında göstermesini zorlaştıran ve davranışa dönüştürmesine engel olan unsur, anlamlandırma hünerinin eksikliğidir. Bu yönüyle edebiyatın işlevi hayatın eleştirel tarafında yoğunlaşmaktır. Oysa edebiyat insana; hayatı anlama ve anlamlandırma yeteneği etrafında hiçbir boşluk bırakmadan bütünlük içinde oluşan bir yaşam vadeder.

Elini eteğini toplumdan çekip fil dişi kulelerinde hayali ve ütopik anlatımları edebiyat kabul eden, cismani aşkı gündemine alıp platonik duygusal manevralarla kendini heba eden, salon tipi söylemlerle kuytularda gizemli anlamlar arayan, bedene ve ruha var oluş amacının dışında yaklaşan, insana mevcut varlığının dışında bir yaratık muamelesi yapan edebiyat, yaşamın içindeki boşlukları dolduracak türden bir edebiyat değildir.  

Hayatı bir bütün olarak ele alan, dillerde ve gündemlerde başıboş dolaşan kelimeleri kâmil bir standart dâhilinde bir düzene sokan, yaşamdan kopmuş veya koparılmış değerleri hak ettiği yere konumlandıran, dünü, bugünü ve yarını anlamlandırarak birleştiren ve ona ışık tutan, yön gösteren, düşünen ve düşündüren bir tesisatın mimarı olan ve içinde edep barındıran edebiyat lazımdır bize. Yaşadığımız zamanı ve konumu, kişisel ve toplumsal sorunları, var oluşlarına uygun şekilde ele alma ve anlamlandırma yeteneği olan bir edebiyat.

Bu edebiyat, bize her kesimden insanların, hatta sanatçıların, akademisyenlerin, devlet adamlarının kullandığı kelimeleri kullanmayı ve anlamayı öğütler. Bu yönüyle toplumda farklı konumda duran kitleler arası geçişleri, kabulleri, tanıma ve tanımlamaları sağlamada bir köprü vazifesi görür. Böylece tüm kelimelerin özgürleşmesini ve anlamların gerçek değerinde bütünleşmesini sağlar. Özgürleşen kelimeler mana yüklerini daha da genişleterek zihinleri, fikirleri, duyguları birbirine yaklaştırır. Öncelikle insanın kendisini kendine tehlikesiz kıldığı gibi kitleleri de birbirine, yaşamsal boyutta özdeş kılmanın yolunu açar.

Ne hazindir ki, tekdüze, durgun, hareketsiz, kelimelerinin anlamları sınırlandırılmış ve düşünceler tek boyutlu bırakılmış toplumlarda, anlamanın ve anlamlandırmanın kaderi pek kötüdür. Fikir üretme ve fikri harekete geçirme olanağı azalmıştır. Olayları nesnel olarak gözlemleme olanağı neredeyse ortadan kalkmıştır. Böyle toplumlarda birçok insani değer, ileri sürülen birçok fikir ve öneri, henüz anlaşılmadan, duyulmadan, bilinmeden, yaşamla buluşturulmadan ve kimi zaman farkına bile varılmadan, öyle geçip gider ya da tekdüzeliğin hüküm sürdüğü ortamlarda sert tepkilerle karşılanır. Kıt kelimelerle, normal gelişmesine müsaade edilmemiş akıllarla, yetersiz ve yersiz bilgilerle, ezberletilmiş sözlerle, hatta ahlaki kalıplarla yerden yere vurulur. Bu durumda olan toplumlar, sonuçta kütlesel varlıklarını korusalar da içsel bir yıkım yaşarlar. Ve bu içsel yıkımın nedenini ya görmezden gelirler ya da nedenini arar ama bulamazlar. Çünkü neyi, nerde ve neyle arayacaklarını bilemezler.

Edebiyat; insanı doğumundan ölümüne, üretiminden tüketimine, maneviyatından maddiyatına varıncaya kadar, bizzat hayatın içinde, insan duygu ve düşüncelerinin tuttuğu en gerçekçi tutanaklardır. Güzelliğin anlamını ve gizemini gösteren, içtimai hayatı tahrip etmeden tahkim eden edebiyat, her toplumun kendine ait hayat damarları içerisinde, tüm organlarına gerekli olan besinleri; bir nevi havayı, suyu, mineralleri, proteinleri, vitaminleri sağlamada büyük rol üstenir. Her türlü kuşatmaya karşı bilinçli bir özgüven ve direnme kültürü ile kalıcı bir irade oluşturur. Sonuçta edebiyat hayattan kaçmak için değil, hayatın sözcülüğünü yaparak, hayata doğru müdahale etmek için vardır.

Edebiyatın hiçbir zaman doğrudan üretimde kullanılması beklenmemelidir. Fiziki bir araç gibi düşünülmemelidir. Belki, onunla mobilya yapamayız, uçakları uçuramayız, bir saati tamir edemeyiz. Ancak bütün bunları ve hayatın diğer rükûlarını yaşam içinde anlamlandırmak ve asıl varlık nedenlerini bir bütünlük içinde kavramak istersek edebiyata, hatta edebiyatı da içine alan sanata her zaman ihtiyaç duyarız. Bu nedenle de edebiyat ve hayat kavramlarının iç içe oluşu onların diri kalmasını sağlar. Hayat, edebiyatın varlığını kabulle, onun içinde kendini biriktirir.

Tüm bu söylenenlerden edebiyat tek kurtarıcıymış gibi anlaşılmamalıdır. Ancak anlaşılması gereken, edebiyatın en önemli tarafının; yani “duygu, düşünce, olgu, olay ve izlenimleri dil aracılığıyla estetik bir biçimde, sözlü ve yazılı anlatıma dönüştürmesi ve bu yönüyle yaşamın içinde ve ilişkilerin odağında yer alması” yönünün ihmal edilmesi ve bunun hayatımızda yol açtığı boşluklar ve kopuklukların telafi edilemediğidir. Bir yazarın dediği gibi “ne her şeyi edebiyattan bekleyecek kadar budala olmalıyız ne de onu büsbütün yok sayacak kadar kavrayış yoksunu.”

 

 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —