Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ömer Naci YILMAZ


ÜMMET RAHATSIZLIĞI

Ömer Naci Yılmaz'ın "yeni" yazısı...


Hiç kimseyi ötekileştirmeden, dışlamadan, kimliğini yok saymadan konuşalım. Bizim sesimiz, insanlığın vicdanına hitap eden bir çağrıdır. Bu çağrı bir mezhep, ırk ya da coğrafya adına değil; Allah’a, kitabına ve peygamberine iman eden her gönüle yöneliktir.

Biz, kendimizi bu büyük ümmet ailesinin onurlu bir parçası olarak görüyoruz. Bu aidiyetimiz, hiçbir milleti yüceltmek ya da bir halkı küçümsemek anlamına gelmez. Çünkü biliriz ki tüm renkler, diller, kavimler ve milletler Allah’a aittir. O, insanları farklı yaratmıştır ki birbirlerini tanısınlar, hikmetin çeşitliliğini idrak etsinler.

Ancak ne yazık ki yüzyıllardır bize, ümmet olmamızdan rahatsız olan bir akıl yön verdi. 1839 Tanzimat’ından itibaren, özellikle Cumhuriyet döneminin ideolojik temelleriyle şekillenen Batı’ya hayran modernleşme süreci, bizi köklerimizden kopardı.

Bugün, Batı serüvenimizin vardığı yer; “dış kapının dış mandalı” olmaktan öte bir şey değildir. Ruhunu yitirmiş bir kalıba girmeye çalışıyoruz. Kendi dilimizi, kültürümüzü, tarih ve inanç değerlerimizi küçümsemeyi ilericilik ve çağdaşlık sanıyoruz.

Bir düşünün: Anadolu’yu işgal eden İngiliz’e, Fransız’a, Yunan’a, İtalyan’a, Rus’a ve Ermeni çetelerine karşı öfke duymayan bir anlayış; Araplara karşı sanki köklü bir kin taşıyor.

Bu nasıl bir tarih bilincidir?

Osmanlı’ya yöneltilen eleştirilerin binde biri bile işgalcilere yöneltilmemiştir. Oysa Anadolu’nun işgalinde asıl planlayıcı İngiltere’ydi. Kim nereyi işgal edecek, hangi bölge kime kalacak; hepsi İngilizlerce belirlenmişti. Hatta Fransa ile Irak ve Suriye üzerinde yer değişimi bile yapıldı.

 

 

İngilizler tek kurşun atmadan İstanbul’dan çekilip gitmişlerdir. Ne acıdır ki bu gidiş, “İstanbul’un kurtuluşu” olarak kutlanmıştır! Daha da acısı, vatanı işgalcilerden kurtaran ve Cumhuriyeti kuran kadroların, İngilizler tarafından sahiplenilmemesinden yakındıklarını İstanbul Büyükşehir Belediyesindeki yolsuzluk iddialarıyla ilgili operasyonlarda gördük.

Bu nasıl bir zihniyettir?

Bir gün gelecek, bugün arka odalarda fısıltıyla konuşulan bu meseleler, açık açık ekranlarda tartışılacaktır.

Böyle bir zihniyet inşasıyla ümmetin parçalarından biri olan Araplar hedef gösterilirken, emperyalist Batı’ya hayranlık neredeyse kutsallaştırılmıştır.

Cumhuriyet ideolojisinin bazı unsurları hâlâ "Keşke Araplarla tanışmasaydık, keşke Müslüman olmasaydık" duygusunu taşımaktadır. Bunu açıkça söylemeseler de davranış kalıpları ve eğitim programları bunu fısıldamaktadır.

Tarihin bir dönemine sanki kalın bir çizgi çekilmek isteniyor. Selçuklu da Osmanlı da yok sayılıyor. Oysa Selçuklu, Türk'ün İslam'la yoğrulmuş aklıdır; Osmanlı ise Türk'ün adaletle evrenselleşmiş vicdanıdır. Bu hafızayı silmek, milletin ruhunu kurutmaktır.

Tarihte bunun adı vardır: Epistemisit. Yani bir kültürü kökünden silme girişimi.

Bize “Batı’ya yönelin ama Araplara bulaşmayın!” dediler. Sanki Batı’ya ulaşmanın tek yolu, inancımızı terk etmekmiş gibi. Oysa tarih gösterdi ki, Müslümanlara uğramadan, Karadeniz’in kuzeyinden Batı’ya göçen Türk kavimleri kimliklerini kaybettiler. Avarlar nerede? Batı Hunları ne oldu? Akhunlar, Sabirler, Bulgarlar? Hiçbiri bir medeniyet taşıyıcısı olamadı. Çünkü sadece toprak fethetmek yetmez; gönül de fethedilmelidir.

Türk milletinin İslam’la kurduğu bağ bir mecburiyetin değil, bir idrak ve tercih şuurunun ürünüdür. Biz İslam’a yöneldik, çünkü onda adalet, hakikat, tevazu, yiğitlik ve hikmet gördük.

Cengiz Han döneminde Türkler, Şamanizm’e dönmeye davet edildi ama dönmediler. Aksine Moğollar Müslüman oldu. Çünkü İslam sadece bir inanç değil, bir hayat tasavvurudur. Bir medeniyet ve insanlık davetidir.

İslam orduları yalnızca şehirleri değil, gönülleri ve akılları da fethetti. Bu yüzden fetheden, kimi zaman fetholdu. Ama bu teslimiyet; zayıflıktan değil, hakikati tanımaktan doğdu. İşte buna epistemik teslimiyet denir.

Bir kültür yenilebilir; ama eğer mağlubun gönlü fethedilmişse, galipliğin bir anlamı kalmaz.

Bugün ümmetin parçalanmışlığı sadece dış güçlerin değil, içimizdeki zaafların da ürünüdür. Mezhep üstünlükleri, etnik kibirler, cemaat taassupları ve yerel milliyetçilikler ümmeti parçaladı.

Oysa Kur’an açıktır:“Bu sizin ümmetiniz, bir tek ümmettir; ben de sizin Rabbinizim. O hâlde bana kulluk edin.”(Enbiya, 92)

Peygamberimiz (sav) veda hutbesinde şöyle buyurdu:
“Arap’ın Acem’e, Acem’in Arap’a üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır.”

Peki biz ne yaptık?

Suriye’de çocuklar ölürken mezhep sorduk(!) Irak’ta masumlar can verirken milliyet aradık(!) Filistin’de zulüm altındakileri “bize uzak” gördük(!) Afrika’nın yetimini “bizden değil” diye ihmal ettik(!)

Ümmet olmak bu mudur?

Artık uyanmalıyız. Artık silkelenmeliyiz. Kendi nehrimize dönmeliyiz. Biz bir İslam milleti, bir hakikat ailesi, bir rahmet coğrafyasıyız. Yeter ki bunu fark edelim.

Ne Batılı gibi olmaya çalışalım ne de kendimizden utanarak yaşayalım.

Biz, biz olalım. Kökü mazide, gözü istikbalde bir nesil olalım.

 

Son Söz Yerine:

Ey iman eden kardeşim! Bu çağrı sana. Mezhebini, meşrebini, rengini, dilini sormuyorum. Yüreğinde Allah ve Resulü varsa, biz aynı saftayız.

Gel, ümmet olalım. Gel, bir olalım. Birlikte dua edelim, birlikte direnelim, birlikte inşa edelim. Zulmün karşısında ses, mazlumun yanında nefes olalım.

Çünkü rahatsızlık büyük, ama rahmet ondan daha büyük.

Çünkü ümmet parçalanıyor, ama biz yeniden birleşebiliriz.

Yeter ki derdimiz ümmet olsun, yolumuz Allah olsun.

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR