Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Yusuf YAVUZYILMAZ


Türkiye Şeflik Sisteminin Ana Parametreleri

Yusuf Yavuzyılmaz'ın yeni yazısı...


Türkiye siyasetinde yaşanan bütün gelişmelere ve toplumsal dönüşümlere karşın sistemin özünü oluşturan “şeflik sistemi” hükmünü icra etmeye devam etmektedir. Bu noktada önemli olan, şeflik sisteminin tarihsel bir süreçte başlamış yönetim pratiği olmakla birlikte, üzerinden uzunca bir süre geçmesine karşın, Türkiye’nin siyasal zihniyetini ve pratiğinin hala büyük ölçüde belirliyor olmasıdır. 

Türkiye Şeflik sisteminin temel parametreleri şunlardır:

1- Merkeziyetçi bir bürokratik yapılanmaya dayandığından, gücü dağıtmayı ihanet ve zaaf olarak görür. Bu yüzden merkezi tahkim eden bir zihniyete sahiptir. 

2- Toplumu ve insanı değil devleti merkeze alır. Bu yüzden hak değil, görev merkezlidir. Ziya Gökalp’in 11 Ocak 1915 yılında kaleme aldığı “Ahlak” adlı şiiri bu felsefeyi anlatmaktadır: 

“Ahlak yolu pek dardır;

Tetik bas, önü yardır.

Sakın hakkım var deme,

Hak yok, vazife vardır!

Hak milletin, şan onun,

Gövde senin, can onun,

Sen öl ki o yaşasın;

Dökülecek kan onun.

Ben, sen yokuz, biz varız,

Hem Ogan, hem kullarız.

Biz demek, bir demektir,

Ben, sen ona taparız!

Ne derece hizmetin

Varsa, odur himmetin;

Kıymetim var deme ki,

Gerçek ola kıymetin…

Bir ordudur Türk ili

Yasaya bağlı beli,

Yasa bir ahlaktır ki

Baş vermektir temeli.

Millete ver canını,

Ocağını, şanını…

Bir aşık olsan bile:

Feda et cananını…”(1)

(Prof. Dr. Rıza Filizok – Ziya Gökalp, Akçağ, Ankara 2005, sf. 268)

3- Otoriter ve iktidarı paylaşmaya yanaşmayan bir siyasal algısı vardır. Bu anlamda çoğulculuğa karşı mesafelidir. 

4- İktidarı paylaşan ve nispeten kolektif aklı devreye sokan koalisyonu zayıflık olarak görür. 

5- Beylikten imparatorluğa, İttihat Terakki’den, cumhuriyete, Darbelerden demokratik deneyimlere, Menderes’ten Erdoğan’a, parlamenter demokrasiden Başkanlık sistemine kadar Türk siyasal sisteminin değişmeyen özü şeflik sistemi olmuştur. Askeri darbeler zaman zaman tehlikeye düşen şeflik rejimini tekrar etkin hale getirmişlerdir. ” Cumhuriyet şeflik rejiminin ‘ müştemilat/taşeron demokrasisine bile tahammül edemediğini ilan ettiği militer şeflik kurumu MGK kararları bu demokrasiden beslenerek Cumhurbaşkanı veya siyasal partilerin lideri olmuş demokratik şefler tarafından da ‘olumlu’ karşılanıp siyaseti/ demokrasiyi bile TSK’nın emirerliğine dönüştürmeleri ile sonuçlanmıştır. “( Halis Çetin, Türk Şeflik Rejimi, Episteme yayınları, s: 593)

6- Yönetici yeryüzüne şekil ve nizam vermek için Tanrı tarafından kut verilerek görevlendirilen üstün nitelikli kişi olarak algılanır. Dolayısıyla yöneticiye muhalefet, onu bu göreve getiren Tanrı’ya itiraz sayılır. Tanrının iradesine karşı çıkan bir düşüncenin meşruluğundan söz edilemez. 

7- Tek adam (Hakan, Kaan, Ebedi şef, Reis, Önder) düşüncesi egemendir. Bu, toplamsal zeminde otoriter zihniyeti besleyen en önemli anlayıştır. 

8- Şura, istişare, çoğulculuk zaaf olarak görülür. Çünkü yönetim, Tanrı vergisi özellikleri olan yöneticinin yukarıdan aşağı belirlediği bir modele dayanır. Bu sistemde hukuk değil, ilişkiler belirleyici rol oynar. Öyle görülüyor ki, bu sistem pragmatist bir ahlak sistemini öne çıkarmıştır. “ll. Mahmut’un danışmanı olan Lord Stratford’un, ll. Mahmut’a sunduğu raporda geçen bir cümle:” Türkiye’de sistem, usul/hukuk diye bir şey yoktur. Herkes elindeki imkanlara göre ne koparabilirse koparır; kendinden zayıfı ezer, kendinden güçlü olan karşısında boyun eğer.” ( Stanley Lane Poole, Lord Stratford’un Türkiye Hatıraları, Mevlana: Can Yücel, s. 112’den aktaran Enver Ziya Karal, Gülhane Hatt-ı Hümayununda Batının Etkisi, s. 589) ( Halis Çetin, Türk Şeflik Rejimi, Episteme yayınları, s: 633)

9- Hz. Peygamberin siyaset alanında en mütevatir sünneti ve tarihsel uygulaması olan ‘Medine Vesikası’, otoriterliğe yaslanan Türkiye şeflik rejimine uymadığı için, tarih boyunca, hiç dikkate alınmamıştır. 

10- Türkiye şeflik rejiminin din-devlet ilişkileri kendine özgüdür. Devlet-din ilişkilerinde, Türkiye şeflik sisteminin öncülü, hilafet siyasetinde köklü bir paradigma değişimi yaparak saltanat ile birleştiren Muaviye olmuştur. Orta Asya otoriterliği ile Muaviye’nin hilafeti saltanata dönüştüren modeli kolaylıkla birleşmiştir. Daha sonra Maverdi, Gazali ve İbn Cema modelin entelektüel zeminini inşa etmiştir. 

11- Yöneten ve yönetilen arasında ontolojik bir farklılık vardır. Yönetilen kitleye düşen, yapılanlara akıl erdiremeyeceğinden itaat etmektir. Çünkü iktidar sahiplerinin yaptıklarını anlayabilecek ve değerlendirecek bir erginliğe sahip değildir. 

12- Türkler İslam’a girdikten sonra da, siyasal algılamalarda önemli bir kırılma yaşanmamış, gelenekten gelen otoriter yönetim anlayışıyla İslam’ın Emevi yorumunu kaynaştırmıştır. 

13- Demokratik sisteme geçildikten sonra da şeflik sistemi devam etmiştir. Bu biçimsel olarak seçimlerin yapıldığı, demokrasinin şekil şartlarına uyulduğu ancak zihniyet olarak otoriterliği demokrasi içinde egemen kılan bir sistem üretmiştir. Bu anlamda Türkiye demokrasisi, demokratik bir yönetimim felsefesinden uzak, özünde şeflik sistemini barındıran totaliter bir doğaya sahiptir. 

14- İktidara muhalif olanlar hain olarak kodlanmıştır. Çünkü muhalif devletin sürekliliği ve devamı için tehdittir. Bu noktada katılım ve ortak iradeye ait bütün değerler küçümsenerek devre dışına itilir. 

15- Bireyin devlet tarafından sıkı kontrolünü savunur. Asıl korunması gereken değer devletin güvenliği olduğundan, bireyin güvenliği devletin güvenliğine bağlanmıştır. Birey, devlete hizmet ettiği sürece anlam kazanan bir varlıktır. Böylece devlet, bireyin üstünde, asla ulaşamayacağı metafizik bir kutsallık kazanır. 

16- Siyasetin en önemli parametresi, Hikmet-i hükümet kavramıdır. Dolayısıyla siyasilerin aldığı kararlar sıradan insanların algı düzeyinin çok üstündedir. Sıradan insanlar iktidarların aldığı kararların içeriğini anlayabilecek düzeyde değildir. Bu durum epistemolojik olarak yöneten ve yönetilen arasında aşılması ve ortadan kaldırılması mümkün olmayan keskin bir çizgi oluşturur. 

17- Yöneticiye İnsanüstü vasıflar yüklenir. Böylece kimsenin ulaşamayacağı bir dokunulmazlık kazanır. Yöneticiler, bu anlamda Tanrı ile doğrudan bağlantı kuran tasavvuf şeyhlerine benzerler. Tasavvufun temel ilkelerinden olan, “Gassalın elindeki meyyit gibi olmak” ilkesi, siyaset alanına aktarılarak lider ve halk arasındaki ilişkiyi belirleyen ana faktör olmuştur. İnsana düşen iktidar sahibini sorgulamak değil, emirlerine sorgusuz sualsiz uymaktır. Bu anlayıştan eleştirinin, çoğulculuğun, müzakereye dayalı katılımcı siyasetin çıkması mümkün değildir. 

18- Şef- devlet- millet özdeşliği temel ilkedir. Bu inanç, güçlü bir yöneten ve itaat edilen anlayışını temel alan sistem üretir. Devleti kendi varlığı ile özdeşleştiren her siyasal anlayış totaliterdir.

19- Bu sisteme muhalif olarak iktidara gelenler, sistemin özünü değiştiremedikleri gibi, kısmi bir takım değişiklikler yaparak, kendilerine özgü yeni bir şeflik sistemi oluşturmuşlardır. 

20- Cumhuriyet modernleşmesi sonrası için bütün iktidarların esin kaynağı Atatürk’ün şeflik sistemidir. Her iktidar sahibi Atatürk’ün yetkilerine sahip olmanın hayali ile siyaset yapmaktadır. 

21- Yasama- yürütme- yargı ayırımını reddeden, “organizmacı bir merkeziyetçiliği” savunan, devleti en yüksek değer olarak gören, muhalefeti ötekileştiren ve hain olarak gören, yasama, yürütme ve yargıyı şefe bağlayan, İstiklal Mahkemeleri ve Takrir-i Sükun uygulamaları ile muhalifleri susturan bir yönetim modeli Türk siyasetinin, tarih boyunca, değişmeyen özünü oluşturur.

 22- Şeflik rejimini sürdürmek ve tahkim etmek darbelerle mümkün olmuştur. 27 Mayısın en tehlikeli mirası darbe geleneğini kurumsallaştıran teşkilatları kurmuş olmasıdır. 1961Anayasası ile MGK ve Askeri Şura ile askerin rejim içindeki denetim görevi hukuki zemine oturmuştur. Demokratik iktidarların yetkisi sınırlanmış, egemen ipin yetkili organlar eliyle kullanılacağı hükmü konulmuş, Anayasa Mahkemesi kurulmuş, vesayet rejimini tahkim etmek için DPT oluşturulmuş, Genelkurmay Başkanı doğrudan başbakan’a bağlanmış, İnönü’nün sözünü peygamber buyruğu olarak gören darbenin lideri Cemal Gürsel Cumhurbaşkanı seçilmiş, atanmışların seçilmişleri denetlediği bir bürokratik vesayet rejimi kurulmuş, cumhuriyetin şeflik rejimi garantiye alınmak istenmiştir. ” Bu yüzden 27 Mayıs darbesi devletin milletten, cumhuriyetin demokrasiden, devletlü şefler hiyerarşisinin siyaset/ millet adamlarından, makbul vatandaşın halktan intikam aldığı bir müdahale olmuştur. “( Halis Çetin, Türk Şeflik Rejimi, Episteme yayınları, s: 541) 27 Mayıs darbesi, otoriter bir vesayet sistemi oluşturan Cumhuriyet modernleşmesinin ürettiği Şeflik sistemi ile demokrasinin bir arada yürümesinin mümkün olmadığını açıkça göstermiştir. 27 Mayıs, sadece bir darbe kültürü üretmemiş, toplumsal desteği azalan Şeflik rejimini sürdürmenin kurumlarını oluşturmuştur.

23- Türkiye siyaseti ulusalcı şeflik sistemine karşı başka tür bir şeflik sistemi oluşturmanın mücadelesine tanıklık etmiştir. Örneğin DP, CHP’nin otoriter anlayışına ve muhalefet üzerine yaptığı baskıdan şikayet ederken, iktidara geldiğinde aynı yöntemleri kullanmaya başlamıştır. Orsa yapılması gereken ulusalcı şeflik sistemi ne karşı, toplumsal sözleşmeye dayalı hukuk devleti inşa etmek olmalıydı.

24- Vesayet sisteminin kurumsallaşmasında öne çıkan en büyük kurum ordu olmuştur. Silahlı kuvvetler rejimin bekasını koruyan konumu, rejimin ancak ordu tarafından korunabileceği düşüncesinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü millet, Cumhuriyet modernleşmesinin oluşturduğu şeflik rejiminin dışına çıkabileceği endişesini kaynağı olarak görülmüştür.

25- Cumhuriyet modernleşmesinin özünü oluşturulan Şeflik rejimi Atatürk ve İnönü döneminde çok büyük sıkıntı yaşamamıştır. Ancak asıl sıkıntı çok partili yaşama geçildikten sonra ortaya çıkmıştır. İttihat Terakki içinde yaşanan fikir ayrılıkları iyice gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Cumhuriyetin kuruluşu yıllarında pasifize edilen Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Paşa Mehmet Akif, Ali Şükrü Bey, Cavit Bey çizgisinin izleyicileri çok parti döneminde yeniden ortaya çıkmıştır. Şeflik rejimin karşı hamlesi darbeler ve üretilen vesayet sistemi olmuştur.

26- Cumhuriyet modernleşmesinin ürettiği kavramlardan biri de “iç düşman” kavramı olmuştur. Aslında iç düşman Cumhuriyet modernleşmesinin ile üretilen otoriter rejime eleştirel bakanları hedef almıştır. Kazım Karabekir tarafından kurulan Türkiye’nin ilk muhalefet partisi TCF, Rauf Orbay tarafından kurulan SCF, Bayar ve Menderes tarafından kurulan DP, Özal tarafından kurulan Anavatan Partisi, Erbakan tarafından kurulan Milli Görüş partileri ve Erdoğan tarafından kurulan Ak parti, Cumhuriyetin elitleri ve vesayet kurumları tarafımdan irtica ile özdeşleştirilerek iç düşman kategorisinde sayılmıştır. Daha sonraları buna Kürt siyasetini yürüten partiler de katılmıştır. İç düşman Cumhuriyet tarihi boyunca irtica, bölücülük, liberalizm, milliyetçilik, sosyalizm ve İslamcılık adı altında vesayet sisteminin hışmına uğramıştır. Bunlar arasında en uzun süre devam eden tehdit unsuru ise irtica olmuştur.

27- Türkiye şeflik rejimi, kendine özgü bir bilim anlayışı üretmiştir. Cumhuriyeti kuran kadroların zihinsel yapıları pozitivist bilim anlayışından besleniyordu. Pozitivizme göre olguların bilimsel yöntemlerle elde edilen bilgisinin dışında hiçbir gerçeklik yoktur. Din, bilinmezliğin getirdiği korkunun doğurduğu yanlış bir inanıştır. Bilim ilerledikçe olaylar açıklanacak, insan korkularından sıyrılacak ve din toplumu ve insanı yönlendiren bir anlayış olmaktan çıkacaktır. Pozitivist paradigmaya göre metafizik bütün bilgiler akıl dışı olduğu gibi vahiyde akıl dışıdır; bilime aykırıdır. Bu iddiaya göre bilim, insanlığın karşılaştığı bütün sorunları çözeceğinden dine ihtiyaç kalmayacaktır. Türkiye’de bu anlayışın fen birimlerindeki karşılığı Celal Şengör, sosyolojideki karşılığı Emre Kongar, felsefedeki karşılığı Macit Gökberk ve Cemal Yıldırım’dır. Bu nedenle dini bilgiyi toplumu yönlendiren bir bilgi olmaktan çıkarmak gerektiğini savunurlar. Ne yazık ki, çoğu ilahiyatçının zihin yapısı da, bilim ve din ilişkileri konusunda pozitivizmin baskısı altındadır.

Cumhuriyet modernleşmesinin ürettiği Şeflik rejiminin en önemli sonuçlarından biri “Güvenlik devleti” anlayışını üretmelidir. Türkler için kullanılan asker-millet betimlemesi güvenlik devletinin kültürel alt yapısını oluşturmuştur. Bu anlayışta birincil değer insan değil, devlettir. Devletin güvenliği için alınacak önlemler hep hukukun üstünde bir değer olmuştur. Devleti hukuk içine çekmeden kurulacak bir demokratik sistemin büyümesine imkan yoktur.

Cumhuriyet modernleşmesinin ikinci şefi İsmet İnönü, demokrasiyi bizatihi ulaşılması gereken bir yönetim modeli olarak görmemiş, birazda Sovyet tehdidine karşı Batı değerlerine yaklaşmak için yaklaşılması ve uygulanması gereken bir konu olarak algılamış, Türkiye’nin yönetimi için uyarlanan şeflik rejiminin devamı için bir araç olarak düşünmüş ve uygulamıştır. Bundan dolayı demokratik süreç vesayet tehdidi altında ilerlemiştir. Vesayet kurumları olan ordu, yargı, üniversiteler, aydınlar, odalar, burjuvazi seçilen iktidarlara karşı etkin bir muhalefet ve denetim yapmışlardır. Cumhuriyetin ikinci şefi İnönü, 27 Mayıs darbesinde olduğu gibi bu vesayet organlarının sürekli kulağının kendisinde olduğu bir kişiye dönüşmüştür.

Demokrasinin üstünde sürekli sallanan bir tehdit unsuru olan vesayet bürokrasisi, uzun yıllar demokrasinin önünde belirleyici bir unsur olmuştur. Vesayet sisteminin ilk darbesi olan 27 Mayıs’tan sonra seçilen bütün iktidarlar, vesayetin gölgesinde, onu ürkütmeden, açıkça çatışmaya girmekten kaçınarak iktidarlarını sürdürmeye çalışmışlardır. Vesayet kurumlarının iktidar üzerindeki belirleyicisi MGK ile kurumlaşmış ve sistemin en büyük vesayet kurumu olmuştur. Bu sistem ve onun en önemli organı olan ordu, Erdoğan ile açıktan cepheleşmeye girilmesine karşın, 2010’lardan sonra iyice kırılmış ve etkisizleştirilmiştir. 

Çözüm, sistemi değiştirmeye cesaret eden bir siyasal ve toplumsal iradedir. Yoksa şeflik sistemi sol, liberalizm, milliyetçilik ve muhafazakarlık üzerinden kendini üretmeye ve yenileştirme yeni devam edecektir. Çünkü bu bir iktidar sorunu değil, o iktidarı meşru gören ve üreten toplumsal zihniyet sorunudur. “Cumhuriyet şeflik rejimini ve milli şef İsmet Paşa’nın vesayetinde yaşanan on yıllık demokrasi oyunu ve DP tecrübesi göstermiştir ki demokratik sistem kurumsallaşamamış ve demokratik kültür hazmedilememiş; demokrasinin olmazsa olmazı olan kurumlar istikrar ve düzen içinde pekişmemiş; sistem demokrasiye göre tasarlanmamış; demokrasinin inşası, siyasi partilerin sürekliliği ve demokratik seçimlerin istikrarı mümkün olamamış; siyasal rekabetin sınırları, iktidar muhalefet- ilişkileri, ortak hukuk anlayışı ve davranış şekilleri, temel hak ve özgürlük alanları, demokrasinin asli ilke ve değerleri geliştirip yerleştirilememiş; cumhuriyetin şeflik rejiminin demokrasi açısı tutmamış; milli şef İsmet Paşa’nın ve alt şeflik kurumlarının demokrasi algısı ve siyasal muhalefet kültürü demokratikleşmeye uygun ortamın oluşmasına fırsat vermemiş, İsmet Paşa tamamen devletçi asker ve sivil yönetici elitlerin, halkın ve demokrasinin değerlerine karşı açık ve kesin tavır alanların ve jakoben, otoriter, totaliter, pozitivist, ve elitist modernleşmenin zorunluluğuna inanan Cumhuriyet alt şefleri olan elitlerin milli şefi olma özelliğini sürdürmüş, Onun bu özelliği demokrasinin istikrarı, ikamesi ve idamesi karşısında devletin ve cumhuriyetin ilçe ve değerlerinin direnç merkezi olmasına neden olmuş; kutuplaşma, karşı devrimcilik ve ihanet suçlamaları ile cepheleşme kültürü ve kültür niyeti gelenek haline dönüşmüş; demokrasiye rağmen ülkedeki tek parti şeflik zihniyetinin hakim bir vesayet güç olarak tahakkümünü her alanda sürekliliğinin devam ettirilmesinin nedeni olmuş; Türk siyasal kültürüne hakim olan muhalefete düşman hain gözle bakma özelliği DP de sirayet etmiş, bu kültürden dolayı çok partili döneme geçildikten sonra bile iktidar partilerinin her türlü muhalefete karşı tahammülsüzlük davrandıkları ve bunun da askeri darbelere giden yolda önemli bir gerekçe yarattığı görülmüş; bu kesintilerle muhalefetin kurumsallaşması mümkün olmamış ve iktidar muhalefet ilişkisinin gerilim seviyesi toplumsal katmanlara sağ sol çatışması/ şiddeti /terörü olarak yansımıştır.” ( Halis Çetin, Türk Şeflik Rejimi, Episteme yayınları, s: 540-541)

Benim kuşağım güvenlik eksenli ve Türk kimliğinin baskın olduğu bir eğitim sisteminde yetişti. Gelinen noktada bu tanımlama, toplumsal barışı ve bir arada yaşama iradesi için yetmiyor. Devletin resmi ideolojisi olan Türk milliyetçiliği veya ulusalcılık ( Seküler milliyetçilik) Anadolu çoğulculuğunu kapsayamıyor. Ötekini olduğu gibi kabul eden kardeşlik yerine dilini ve kültürünü yasaklayan bir düşmanlık üretiyor. Kuşkusuz kişilerin sahip olduğu ve doğruluğundan asla kuşku duymadığı paradigmayı değiştirmesi zordur. Ancak yeni dönemde eski dili kullanamayız.

“Kurtuluş ve kuruluş mücadeleleri ile “devleti, vatanı, milleti içine düştüğü uçurumdan çıkartıp’ yeniden inşa eden ordu, kazanmış olduğu nüfuz ve prestijden güç alarak kendini Cumhuriyeti ve onun birincil derecede niteleyen devrim ilkelerinin asli koruyucu organı olarak görmüş; devletin sahibi olma ruh hali içinde kendisini iç politikada yaşanan gelişmelere taraf olmakla vazifeli görmüş; koruyucu sınıf olarak korunması gereken Cumhuriyet şeflik rejiminin kolonları ve kirişleri tehlikeye düştüğünde harekete geçmeyi asli bir görev olarak kabul etmiştir”( Türk Şeflik Rejimi, Halis Çetin, Enişteme yayınları, s: 537) Bu durum orduyu rejim içinde belirleyici bir konuma getirmiştir. TSK, sistem içinde hareket etmesi gereken bir kurum iken, iktidardan bağımsız, çoğu kez de iktidara karşı muhalefet kurumu olarak denetleyici bir görev üstlenmiştir. Asker, siyaseti tıpkı orduda süre gelen ast üst ilişkisi şeklinde görmüş, bu mesleki formasyonlarını siyaseti belirlemede araç olarak kullanmıştır. MGK, bu amacın sergilendiği resmi bir kurum olmuştur. Bu durumda siyasetin tek çıkış yolu, kendine darbe yapma potansiyeli olan bu güç ile uzlaşma yolunu seçmek olmuştur.

Ümmetçilik tartışmasının ortaya çıkardığı gerçek şu: Bu topraklarda yaşayan insanlar için daha üst bir kimlik ihtiyacı var. Türk kimliği bunun için yeterli değil. Çünkü önemli sayıda insan kendini bu kimliğin içinde tanımlamıyor. Kürt ve Türk’ü kapsayan bir kimlik tanımlaması gerekiyor. Etnik kökene gönderme yapmayan Türkiyelilik tartışılmalı. Öte yanda yeni sosyal sözleşmeye ihtiyacımız olduğu açık.

Paradigma değiştirmek zordur. Ancak sorun çözmeyen paradigma da ısrar etmek sorunu daha da derinleştirir. Karşılıklı rızaya ve sözleşmeye dayalı yeni bir sosyal sözleşmeye ihtiyaç var.

Şunu kabul etmemiz gerekir: dünya Cumhuriyetin kuruluş yıllarında değil. Yeni dönem yeni açılımlar gerekiyor. Ulus devlet, olarak kurulmuş devlet, tekilci ve totaliter yapısıyla, çeşitliliğe, çoğulculuğa izin vermiyor.

Devleti ele geçiren iktidarın en üst değeri adalet olmalıdır. Adaletin ihmal edildiği bir yönetim şekli haksızlık üreten bir zemin yaratır. Geçmişte uğranılan zulümler, yapılan adaletsizliklere sessiz kalmayı getirir. Böylece yapılan adaletsizlikler bir süre sonra normalleşir. Bu durum bir siyasal iktidar bekleyen en önemli tehlikedir.

 

Kaynak: farklı bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR