Müslümanların dünyayı anlamak ve hakikatin kapısını az da olsa aralamak, hikmet olgusuyla tanış olmak ve bu sebeplerden dolayı da işin künhüne vakıf olmak için, “içerik, taşıdığı değerler ve mantık açısından” bakıldığında düşünsel ve “içe yönelik” bir form olan tasavvufun bu yönü değil de, o yönün, var olan içeriğinin büyük oranda boşaltılmasının sonucu oluşan tarikat fenomeni, karşımıza farklı iddialarla çıkar.
Bu iddialara bakıldığında, küçükten, büyüğe “insanı onarması arzulanan” din olgusu üzerinden hâkimiyet(egemenlik) duygusunun, çoğu kez “sözde” manevi önderleri de cezp ettiği görülmektedir.
Tarihte bunun birçok örneğine rastlamaktayız.
Batınî düşünceye sahip bulunan Hasan Sabbah önderliğinde, uzun dönem Büyük Selçuklu devletine kan kusturan Haşhaşî hareketi, salt bir Sünni tarikat olduğu halde, Osmanlı ile onun hâkimiyet sahasında “ben de varım” dercesine işi, devletsel boyuta taşımaya çalışan ve bunun karşılığında gidip yerleştiği Azerbaycan’da Şiileşip o temelde bir devlet kuran Şah İsmail ile ona ilham veren halefleri(Şeyh Haydar, Şeyh Safiyuddin)v takipçileri ilk elden örnek verilebilir.
Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin hareketini de, yapısı ve eylem biçimi açısından aynı minvalde değerlendirebiliriz.
Bu duruma olsa, olsa “şeyhlikten şahlığa” denilebilir.
Bu durum, tarih boyunca başka diyarlarda da meydana geldiği gibi, bu topraklar da, o da kendine alan bulan, çevresine mürit toplayabilen birçok tarikat yapısının, içerikten ziyade şekilsel anlamda bu işe yöneldiği ve tevessül etmesi açısından önem arz etmektedir.
Bu durumu yine, üzerinde yaşadığımız bu topraklarda, İslam öncesi dönemlerde de –Ortodoks Hıristiyanlığa karşı- heterodoks(senkretik) temelli, ama Hıristiyan görünümlü yapıların konu ile ilgili mücadelelerinde görmekteyiz.
Onların yaptığı, apaçık maddi ve manevi gücü, hâkimiyet olgusu içerisinde devlet bağlamında ortaya koymak ve o yapıyı sürdürmek olarak değerlendirilebilir.
Bizde de, daha önceleri de var olmakla birlikte, Osmanlı son döneminde ortaya çıkan, bu topraklara yayılan ve hem tasavvufun kabul edilebilir anlamını ve içeriğini görmezden gelen ve hem de tarikat örgüsü üzerinden belli bir oranda “dinî ve dünyevî” saltanat peşinde koşan Nakşibendilik de o minvalde değerlendirilmeyi çokça hak eder.
Çıkış yeri Türkistan (Orta Asya)) olan Nakşibendiliğin, önceleri bir Kadiri müridi olan Kürt mutasavvıf Hâlid-i Bağdadi(Kürdî) saikiyle önce yaşadığı bölge olan Güney Kürdistan’da, daha sonra ise Kürt coğrafyasının tümünde etkin ve etkili olan Nakşibendiliğin, zamanla Osmanlıya karşı dinî ve millî hislerle oluşan isyanlarda kendini gösterdiği ve hâkimiyet alanını bir hayli genişlettiği ve bu arada da önemli oranda güçlendiği bilinmektedir.
Bu iş, zamanla salt dini ve “millî” çizgi dışında, o da “sosyal, siyasal, kültürel vb.” alanlarda Batılı bir proje olan Tanzimat’la birlikte devletin uygulamak zorunda kaldığı toprak reformuna bağlı olarak, devletten direkt halka aktarılması gereken mirî(devletin elindeki) arazilerin bir kısmının halka, önemli bir kısmının ise, o da, de facto durumlardan ötürü devletin şekil ve anlam değiştirmek durumunda kaldığı o kaos ortamında yerelde hüküm süren bazı etkili kişiler birçok yerel yöneticinin de desteğiyle türedi toprak ağalarına geçmişti.
Bu arada, bu işten, aynen “şeyhlikten şahlığa” rücu etmeye benzer bir şekilde “sufilikten toprak ağalığına” terfi eden/ettirilen türedi bir sınıfın varlığı da, geçmişte olduğu gibi günümüzde de devam etmektedir.
Bunları da içerisine alacak oranda, etki alanını genişletip ve nüfuzunu alabildiğine artıran Nakşibendiliğin, Orta Asya ve Hindistan macerası sonrasında yönünü Anadolu’ya, özellikle de Kürdistan’a dönmesi üzerine (yani Kürdîleşmesi) başta Kadirilik olmak üzere “yerli” birçok tarikatın saltanatının sarsıldığı ve yerini peyderpey Nakşiliğe bıraktığı biliniyor.
Normal şartlarda Türkistan mahreçli bir iç arınma formu olarak düşünülecek olan tasavvuf olgusu içerisinde kendine yer bulan ve haliyle zaman içerisinde bir dinî harekete dönüşen Nakşibendiliğin, Kürt coğrafyasına ulaştığı ilk dönenlerdeki “iç arınma” durumunu aşarak, mezhep temelli Sünni/Şafiî Kürt çevrelerin büyük çoğunluğunda daha modernleşme dönemi öncesinde milli/ulusal hareketlere dönüştü(rül)düğü söylenebilir.
Bu arada, Bin sekiz yüzlerden başlamak üzere, Osmanlıya yönelik tarikat çerçeveli Nehri isyanları başta olmak üzere, modern dönemde yeni kurulan devlete yönelik Şeyh Said isyanını da, salt İslami söyleme dayanıyor ve aynı zamanda genel anlamda Kürt ulusalcısı izler pek taşımıyor olsa da, onun muarızlarının gözünde o isyan tarikat çerçeveli bir kalkışım olarak okunmakta olduğunu da belirtmiş olalım…
Bununda altını çizelim…
Bir “Şeyhağa” Formu
Hatta Nakşibendiliğin, modernizasyon öncesinde uzun asırlar süren ve Osmanlı ordusunun önemli bir parçası sayılan “Bektâşî karakterli” Yeniçeri ocağının kaldırılmasının akabinde, askere, manevi güç vermesi düşünülen bir yapıya bürünmesi, günümüzde de birçok Kürt yerleşim bölgesini merkez edinmesi ve yine cümle sağcı politikacıların marifetiyle, bölge siyasetini belirleyecek duruma gelmeleri, bugün de yaşanılan bir durum olarak görülmekte ve bilinmektedir.
Bu yapıların bize gösterilen karelerine bakmak bir tarafa, bakılmasının istenmediği kareler ise, iyice incelendiğinde, hem işin dinî ve hem de dünyevî tarafı bir araya getirilecek olsa, ortaya apaçık bir şekilde, terkisine feodaliteyi de alan bir “şeyhağa” formunun çıkmış olduğunu görmüş olacağız.
Ağa, Şeyh, Devlet
“Şeyhağa” tanımlamasını da kapsayacak ve çok katmanlı bir bakış açısı sunacak bir kitap çalışması, Martin van Bruinessen’e ait “Ağa, Şeyh, Devlet”… Bugüne kadar konuya dair önemini yitirmemiş bulunan eserde daha fazlasını bulmak mümkün; “Martin van Bruinessen, kitabında esas olarak -devletle ilişkileri çerçevesinde- ağalık ve şeyhlik kurumunun siyasi iktidarla çatışan/çakışan “menfaatlerini” ele alırken, diğer yandan da bu iki muktedir güç arasında sıkışan topraklı/topraksız Kürtlerin toplumsal konumlarına dair yaptığı nitelikli gözlemlerini okuyucuların dikkatine sunuyor.” (*)
…ve modern devlet… bize özgü modern devletin handikabı; tarikat yapılarına teslim olmak…
Allah’ın, öyle bir muradı, kast-ı mahsusası var mı, bilinmez, ama tarih boyunca kurulu bulunan tüm devletlerin, toplum nazarında kendi meşruiyetini, yasallığını; “kabul görüp, görmediğini” içerecek oranda, meşruîyet bağlamında din’den yararlandığı sağır sultanın dahi, duyduğu bir konudur.
Bu davranış şekli, basbayağı “din devleti” olarak bilinen eski dönem devletlerinde olduğu gibi, Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta da olduğu üzere; Şia’da, Ehl-i Sünnette ve kendine İslam’da yer bulmaya çalışan diğer iikadi/inançsal mezhebî formlarda da bu olgu her zaman önemli bir yer işgal etmiştir.
Klasik dönemlere ait olduğu düşünülen bu olgu, normalde, “göklerden gelen”e sözde itibar etmeyen modern, seküler anlayışı içerdiği savlanan modern devlette de, laiklik adı altında, meşruiyetin/yasallığın, o da profan(din dışı) bir anlayışla “yüce bir yerden” alınmaya çalışıldığı artır sır değil…
“Göklerden gelen”e itibar etmediği bilinen modern devletin, kendi meşruiyetini profan yollarla ele etmesinin yanında, kendini bir dinî anlayışa dayandıran yapılarla olan ilişkisinde laikliği mehaz aldığı bilinmektedir.
Bizde ise, İslam düşmanlığına binaen, o da “taklidin taklidi” meyanında Batı’dan kotarılan laikliğe, yani “din ve dünya işlerinin ayrılığı” ilkesi mucibince hareket edileceğine, meşruiyetin dönem, dönem Müslüman kitlelerin saflığı vs. üzerinden dinden, toplum nezdinde varlığı bilinen mezhep ve “ruhanî anlayış” üzerinden sağlandığı da bir sır değil.
Sanırız, burada “modern” devlete hâkim olan güçler, Müslüman kitlelerin, bunca olan bitene rağmen, “balık hafızalılık hâli” ile “geçmişe dair” anakronik kadim bir anlayışa binaen, kendi meşruiyetlerini, zaman ve zemin farkını hiçe sayarak; dini kullanma yoluyla elde etmeye çalıştıkları aşikâr bir şekilde ortadadır.
Bu durum, 1950’lerden bu yana başta laik sağcı kadrolar olmak üzere, millici, milliyetçi “muhafazakâr sağcı” iktidarların yaptığının bir benzeri olarak, salt Kemalist ulusalcı (yerine göre solcu, liberal vb.) kadrolar tarafından da, hem de “göklerden gelen’e hiç mi hiç itibar etmeksizin devam etti.
Birçok Batılı “modern” devletin aksine, Amerika’da, o da “Tanrıyı kıyamete zorlamak” ve “kurtarıcı” Mesih’in gelip, dünyayı, onlar adına yeniden tanzim etmesini dinî bir inanç olarak elde tutan Evanjelistler gibi yapıların, kendi meşruiyetlerini dinden almaya çalıştıkları da bilinmektedir.
Diğer Batılı devletlerin, birçok kez olmak üzere, geçenlerde de vaki olduğu üzere, 2024 Paris olimpiyat Oyunları döneminde vakî olduğu kadarıyla, adamların Hz. İsa(as) üzerinden Hıristiyanlığı “ti”ye aldığı görülmektedir. Keza, bu durum çeşitli platformlar üzerinden ülkemizde de devreye sokulmaktadır.
Bugün, ülkemizde, esasında kendi paradigmaları gereği hâlen hâkim konumunda bulunduğu bilinen salt Kemalist laik çevrelerin, kendi meşruiyetlerini –dinden alacak olsalar dahi- bu işi muhafazakâr kadrolar kadar kotaramayacakları gün gibi apaçık ortada durmaktadır.
Muhafazakârlar, en başta, yer yer “yanlış yorumlanacak olsa dahi” dinî literatüre laiklerden daha yakın durmaktadırlar. Bu da, onlara büyük bir avantaj sağlamaktadır.
Bu durumu, 2002’den buyana kesintisiz iktidarda bulunan AK Parti iktidarının; o da devleti neredeyse hukuk temelinden soyutlayacak oranda, işi rasyonel değil, irrasyonel şekilde ve hemen her şeyi kendisine bağlanmış bulunan tarikatlara, cemaatlere ve yapılara tevdi ederek, hem devlet olma vasfını, toplumun geleceğini ve hem de kendi çağdaşlık durumunu tehlikeye atmakta, onları, tartışılır duruma sokmaktadır.
Bu durumun, bir yerde durması, sonlandırılması ve toplum ile devletin, ilke, hak ve hukuk bağlamında fabrika ayarlarına dönmesi icap eder.
Bunu, aslında hemen herkes biliyor, ama yapması, işe el atması gerekenler, ona da çoğu kez her nedense işe pek yanaşmıyorlar.
Osmanlı devleti dahi, tarikatlara bu kadar tolerans tanımamış, onları, iğneden ipliğe satır, satır kayda geçirmişti. Ki, bu gerçekte kayıtlarda yer almaktadır.
Bu önemli duruma rağmen, işin –yanlış, ya da doğru-“manevî” yönü bir tarafa, tüm tarikata yapılarının, bu özelliğinden soyutlanacak oranda şeffaf kılınması, yasal bir statüye kavuşturulması; her konuda olduğu üzere, özellikle de bahsedilen milyon dolarlar ile maddi birikimin, kuruşu, kuruşuna bir denetim mekanizmasına acil ihtiyaç söz konusu…
Böyle olduğu takdirde, hem toplum kurtulur, hem ülke ve hem de devlet.
Bir de, mahiyeti “içeriği açısından nasıllığı/neli’li bir tarafa, kime nasıl yansıyacak olsa da” manevi değerlerde din adı altında sömürüden halas olup kurtulacaktır.
*)https://iletisim.com.tr/kitap/aga-seyh-devlet/7701