Cumhuriyetin ilk yılları, sadece yeni bir rejimin inşası değil; aynı zamanda kadim bir medeniyetin köklü değerlerinin tasfiyesi süreciydi. Bu sancılı dönemde, inanç ve istikamet uğruna kıyam edenlerin başında Merhum Şeyh Said gelmekteydi. Onun mücadelesi, basit bir hareket değil; medeniyet ve kimlik müdafaasıydı. Şeyh Said’in şahsında İslâmî direnişin kültür ve medeniyet istiklâl arayışının bir hatırlatmasıdır.
İslâm Şehidi Şeyh Said
-Rahmetullahi Aleyh-
29 Haziran 1925 tarihinde Diyarbakır’da toplanan Şark İstiklal Mahkemesi, Merhum Şeyh Said’i 47 dava arkadaşıyla birlikte idama mahkûm etti. O tarihlerde Anadolu’nun bağrında, Osmanlı bakiyesi yorgun bir halk, Fransız, İngiliz, İtalyan ve Yunan işgal güçlerine karşı canı pahasına bir direniş sergilemiş; imkânsızlıklar içinde gösterilen bu mukavemet, işgalcilerin topraklarımızdan çıkarılmasıyla neticelenmişti.
Ne var ki savaş sonrasında iktidarı devralan irade, milletin uğruna can verdiği değerleri değil; yıllarca mücadele edilen müstevli devletlerin hukuk sistemlerini, ceza kanunlarını, medeni esaslarını, alfabelerini, kıyafetlerini ve kültürel kodlarını esas alarak yeni bir rejim inşa etti. 1789 Fransız Devrimi’nin ilke ve idealleri, bu toprakların asırlık medeniyet tecrübesinin yerine ikame edilerek, milletin inancına ve ruh köküne yabancı bir düzen dayatıldı. Bu düzeni kabul etmeyen, ona boyun eğmeyen herkes -bir şekilde- cezalandırıldı; susturuldu; yok edildi.
Şeyh Said ve arkadaşları, bu dayatmalara boyun eğmedikleri, müstevli aklının kanun ve ilkelerini reddettikleri için idam edildiler. Onlar, bir işgalin askerî boyutu bertaraf edilse bile, kültürel ve medenî kuşatmanın daha derin ve yıkıcı olabileceğini öngörmüş; bu sebeple kıyam etmişlerdi.
Müstevlilerin asıl hedefi Osmanlı’nın ilgası ve hilafetin lağvıydı. Nitekim bu hedefe ulaşılmış, bu toprakların irfan ve İslâm mirasını taşıyan öncü şahsiyetler ya bastırılmış ya da tasfiye edilmiştir.
Böylece, “Osmanlı’dan kurtulmak” söylemiyle temellendirilen süreç, zamanla “Millî Mücadele”yi, işgalcilerin hukukunu, kültürünü ve değer dünyasını tahkim eden bir “kurtuluş savaşı” söylemine dönüştürmüştür.