Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Faysal Mahmutoğlu


SÜRECİN KADERİ ROJAVA’YA BAĞLI

Faysal Mahmutoğlu, h24hbr.com’da “Sürecin Kaderi Rojva’ya Bağlı” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.


Türkiye’nin “Terörsüz Türkiye” adını verdiği süreçte silah bırakma aşamasına gelinmiş olmasına rağmen henüz ufukta barış görünmüyor. İktidar mensuplarının söylemleri Kürt sorununun çözümünden ziyade PKK’nin silah bırakmasıyla sınırlı olduğu algısını yaratıyor. Demirtaş’ın AİHM kararlarına rağmen tahliye edilmemiş olması bu kanaati güçlendiriyor.

PKK’nin attığı tarihi adımlara rağmen Türkiye’nin Suriye’de SDG’nin silah bırakarak Şam’daki el-Kaide’nin Suriye kolu olan en-Nusra’dan türeyen HTŞ ‘ye ‘entegre olması’ siyasetinde ısrarcı olması, süreci riske eden bir politikadır.

Türkiye, HTŞ’yi terör örgütleri listesinden çıkaran, yaptırımları kaldıran ve Colani’yi Riyad’da kucaklayan Trump’tan aldığı cesaretle Kürtleri yeniden IŞİD kalıntılarının insafına terk etmeye çalışıyor.

Sahadaki gerçeklik göz önünde bulundurulursa, azınlıklardan ve kadim topluluklardan oluşan milyonlarca insan katliam riskiyle karşı karşıya iken SDG’den silah bırakmasını istemek “git öl” anlamına gelmektedir.

Şara, Türkiye’den aldığı cesaretle 10 Mart anlaşmasına uymamakta direniyor. Entegrasyonu katılım şeklinde yorumluyor. Kürtleri resmi olarak Suriye’nin bir bileşeni olarak kabul etmek istemiyor.

Hatırlayalım; 13 yıl öncesine kadar dünyanın haberdar olmadığı, kimsenin neredeyse adını bile bilmediği bir yerleşim alanıyken Rojava, IŞİD çetesi tarafından işgale ve soykırıma uğratılmasına karşılık küllerinden yeniden doğdu. Kürtler, on üç yıldır büyük fedakarlıkta bulunarak, destansı bir direnişle, büyük bedel ödeyerek IŞİD’e karşı savaştığı gibi, bölgelerini de sorunsuz bir şekilde yönettiler. Çok acı çektiler, mülteci oldular.

Yüz yıl sonra elde edilmiş bir kazanım; takım elbiseli, kravatlı Colani olan Ahmet el- Şara’nın insafına terk edilemez.

SDG’ye karşı Şam’daki yönetimden çok Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan açıklama yapıyor. “Suriye’yi bölmeye ve istikrarsızlaştırmaya doğru giderseniz müdahale ederiz” dedi. Bu tehdit dili, Türkiye’de yürümekte olan sürece olumlu katkı sunmaz.

Ortada bölünmeyi savunan bir SDG yöneticisi yok.

Rojava Özerk Yönetimi Dış ilişkiler Eş Başkanı İlhan Ahmet Rudaw’a verdiği röportajda; Entegrasyon karşılıklı tanımayı gerektirir. Yani Şam hükümeti bizi tanımalı, itiraf etmeli, bizde onları kabul etmeliyiz. Suriye’yi bölmek istedikleri yönündeki suçlamaları kesin bir dille reddederek asıl amaçlarının merkeziyetçi sistemin yarattığı sorunları aşmak olduğunu belirtti. Eğitim, sağlık, iç güvenlik gibi yerel yetkilerin bölgelere devredildiği, “adem-i merkeziyetçi” bir Suriye modeli savunduklarını; pasaport ve dış politika gibi konularının ise merkezde kalabileceğini belirtti.

Bu açıklama gösteriyor ki, Suriye Kürtleri ayrılmak istemiyor; ulusal kimliklerinin tanınması ve yaşadıkları bölgeleri demokratik ve adem-i merkeziyetçi bir sistemle yönetme hakkına sahip olmak istiyor. On üç yıllık pratik bunu ziyadesiyle hakkettiklerini ortaya koyuyor.

Paris’te Fransa Dışişleri Bakanı J-N.Barrot’un ev sahipliğinde, Suriye Dışişleri Bakanı Esad Şeybani ve SDG Genel Komutanı Mazlum Abdi ile üçlü bir toplantı yapılacaktı. Abdi’nin Fransa Cumhurbaşkanı Macron tarafından kabul edileceği duyurulmuştu. 

Abdi Fransa’ya gitmedi ama toplantıya ABD’nin aynı zamanda Suriye Özel Temsilcisi olan Ankara Büyükelçisi TomBarrack katıldı. Şeybani’nin Türkiye’nin telkiniyle Abdi ile görüşmek istemediği şeklinde iddialar ortaya atıldı. Ancak Paris’te ileriki bir tarihte görüşme kararı açıklandı.

Mazlum Abdi ile görüşmeyi kabul etmeyen Şeybani, Paris’te İsrail Stratejik İşleri Bakanı Ron Dermer ile görüşmekten geri durmadı.

Tom Barrack’ın Türkiye’nin görüşleri doğrultusunda ‘tek millet, tek ordu, tek hükümet ve tek Suriye’ gibi, diplomatik üsluptan uzak söyleminden çark ederek Suriye’nin geleceğini ‘Suriye’deki halklar karar verir’ çizgisine geldiği görüldü. Bu da aranızda nasıl anlaşacaksanız anlaşın, biz nasıl anlaşacağınızla ilgilenmiyoruz anlamına geliyor.

Esasen ABD’nin SDG ile ilgili pozisyonu belirsiz. Sadece askeri müttefik olarak görme eğiliminde. Siyasi müttefik olarak da Şam yönetimini desteklediği söylenebilir.

Bu gelişmelerin yanı sıra Dürziler, Süveyda’da ABD’nin himayesinde fiili olarak özerklik ilan ettiler. Hakan Fidan’ın ise çıktığı TV programında ABD Büyükelçisi Hıristiyan Arap asıllı Tom Barrack’ı övgülere boğarak “her türlü senaryoya hazırız” gibi ılımlı ifadeler kullanması, bir geri adım olarak yorumlanabilir.

Durum böyle iken,SDG’nin Dürzilerin edindiği düzeyde bir özerklikten daha aşağı bir statüye razı olması, beklenemeyeceği gibi gerçekçi de değildir.

Cengiz Çandar süreci değerlendirdiği yazısında, Türkiye’nin SDG’ye yönelik dışlayıcı politikasının hem Suriye’deki etkinliğini azaltacağını hem de Türkiye’deki “çözüm süreci”nin selametini tehlikeye atacağını vurguladı. Ankara, Ahmet el-Şara’ya kayıtsız şartsız destek sunarken, Mazlum Abdi’ye, yani SDG’ye ve Kürtlere hasmane bir tutum takınmaya devam ederse, hem Suriye’de kendini giderek etkisizleştirecek, hem ABD ve Fransa’nın gerisine düşecek ve hem de Türkiye’deki “sürecin” selametini tehlikeye sokacak.

Öte yandan,HTŞ’nin Suriye’nin tümünde otorite kuramadığı gibi kendisi dışında tüm azınlıklara ve ılımlı Sünnilere karşı düşmanlık politikası sergilediği görülüyor. Dahası Türkiye, ABD ve Katar desteğine rağmen ülkeyi yönetemiyor. Sahadaki gerçeklik bunu teşhir ediyor.

“Emevi Devleti’ni yeniden kurmak” gibi sloganlar üzerinden örgütlenen bu yapı, farklı inanç, etnisite ve mezheplere yönelik aleni bir dışlayıcı politika izliyor.

Müzakere edilebilir olmasalar da ABD ve diğer güçlerin desteği bunu zorunlu kılıyor.

İsrail ise kendi güvenliğini temel alan bölgesel bir dizayn uğraşında. Şam’dan Golan bölgesine dair bütün iddialardan vazgeçmesini ve Şam’ın güneyinin silahtan arındırılmasını istiyor. Bu kapsamda Hermon Dağı’nı da işgal ederek çok sayıda karakol inşa etti. Türkiye bunlarla ilgili ciddi bir tepki bile vermedi ya da veremedi.

Görünen ve edinilen genel kanaat o ki, SDG ve Özerk Yönetim; Kürtlerin, Alevilerin, Dürzilerin ve diğer tüm halkların bir arada yaşayacağı, kapsayıcı demokratik bir Suriye’nin inşası yönünde mücadele ediyor.

Türkiye’nin SDG ile ilgili yaklaşımında radikal bir değişikliğe gitme zorunluluğu var. Türkiye SDG’yi bir düşman olarak değil, bir dost olarak; mücadele edilmesi gereken bir aktör olarak değil, işbirliği yapılabilir bir partner olarak kodlaması gerekir ki, yürümekte olan sürece olumlu katkı sunsun.

Mazlum Abdi ve SDG’ye karşı Ankara’nın takındığı düşmanca tutumun izahı yok. Pekâlâ Barzani gibi dost ve partner olabilir. Hatırlanacağı gibi geçmişte Irak’ta KDP ve YNK’ye karşı uzunca bir süre aynı tutum takınıldı. Ta ki,Turgut Özal, Mesut Barzani ve Celal Talabani’yi Ankara’ya davet edinceye kadar.

Ayrıca Türkiye’nin federasyon ve özerklik fobisinden de çıkması lazım. Aksi takdirde Suriye’nin bütünlüğü uzun vadede sağlanamaz.Kaldı ki, Rojava Türkmenlerden oluşan bir bölge olsaydı, Türkiye’nin federasyon düşüncesini nasıl karşılayacağını öngörebilmek için, siyaset bilimi veya uluslararası ilişkiler uzmanı olmaya da gerek yok. 

Sonuç olarak süreç ile ilgili olarak bir komisyon kurulmuş olmasına karşın sürecin samimiyetinin test edileceği alan Rojava’dır. Rojava’daki Kürt kazanımlarını yok etme üzerine inşa edilen bir barış kalıcı olabilir mi?

Kürt-Türk ittifakını hedefleyen devlet, Kürtlerin yaşadığı diğer coğrafyalarda da barışçıl tutum sergilemek zorunda.

Türkiye ancak ABD ve İsrail’in desteğini alarak Suriye’de Kürtlere kaybettirebilir. Ancak bunun da Türkiye’nin hanesine kazanç olarak yazılmayacağı kesin. Kürt karşıtı politika uzun vadede kaybetmeye mahkûm.

1 Ekim’de Bahçeli süreç için düğmeye bastığında ihtiyatlı iyimserli kavramı tedavüldeyken, gelinen aşamada endişeli bekleyiş hâkim.

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR