Her fırsatta dile getirdiğimiz üzere iktisadın temel sorunu büyüme değil, adaletli bölüşümdür. Devletler veya hükümetler ise, iktisadi olarak ne kadar büyüdükleriyle övünüyor, büyümeyi öne sürerek insanlardan destek istiyorlar. Geçenlerde yapılan açıklamaya göre 2000’li yıllarda fert başına düşen gayri safi milli gelir (GSMG) 2500-3000 dolar civarındaydı, bugünse 13 bin dolara çıkmış bulunuyor. Bu makro düzeyde ve nicel anlamda bir artıştır, doğru bilgidir ama asıl irdelenmesi gereken nüfusun yüzde 20’sinin milli gelirin yaklaşık yarısına sahip olurken, son yüzde 20’lik dilimin yüzde % 5’ler civarında gelire sahip olduğu konusudur.
Adil bölüşüm olmayınca genel veya yerel seçimler yaklaştıkça merkezi veya mahalli kurumlar yoksul semtlere kömür, makarna, gıda yardımı yapıyor, hatta Mart-2009 mahalli seçimlerde beyaz eşya dahi dağıtabiliyorlar. O tarihlerde Tunceli’de kar üzerinde taşınan beyaz eşyalar, kanepeler ve her gıda yardımında oluşan izdiham gündeme damgasını vurmuştu, bu politik girdisi hayli yüksek yardım hala devam ediyor. O yıllarda Türkiye’de 10 milyona yakın kişi sosyal yardım alarak hayatını sürdürebiliyordu, sosyal yardımlarla geçinenlerin sayıları her sene giderek artmaya devam etti, şimdilerde 20 milyonun üzerine çıkmış bulunuyor ki, oran neredeyse nüfusun ¼’ne yaklaşmış bulunuyor. “Ekonomik ve sosyal bakımdan yoksunluk içinde bulunanlara katkıda bulunma” amacıyla yapılan yardımlar arasında gıda, yakacak, eğitim materyali, öğrenci barınma, özürlü ihtiyaç, şartlı nakit desteği de bulunuyor. Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü tarafından yapılan gıda, yakacak, barınma yardımlarından alırken Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün yaptığı gıda ve sıcak yemek yardımlardan istifade edenler de önemli bir yekun tutuyor.
Siyasi amaçla kullanıldığı eleştirilerine sebep olan sosyal yardımların ulaştığı büyüklük, yoksullukla mücadelenin etkin biçimde yapılıp yapılmadığı sorusunu da akıllara getiriyor ama kimsenin bu konuyla ciddi ve kalıcı manada çözüm getirme maksadıyla ilgilendiği yok, başlangıçta siyaset sahnesine girenler “kimsesizlerin kimsesi, sessizlerin sesi olacağız”, “yoksullukla, yolsuzlukla, yasaklarla mücadele edeceğiz” va’dinde bulunanlar bu konuyu gündemlerinden çıkarmış bulunuyorlar. Yoksul kesimlere telkin edilen şu: Devletin kaynakları herkesi eşit düzeyde refaha kavuşturmaya gücü yetmez, size bu yardımları yapıyorsak, bilin ki diğer rakip partilerden size daha çok önemsediğimiz içindir.
Tabii ki yapılan sosyal yardımların belli bir ihtiyacı karşıladığı açık ancak bu olayda iki soruya verilecek cevap önemlidir: İlki toplumun iktisadi gelir bakımdan zayıf/yoksul sınıf veya katmanlarına sosyal yardım yapmak mı doğru, yoksa bu kesimleri iktisadi hayata üretici, iş sahibi ve satın alma gücü olan aktörler olarak yeniden tanımlamak mı?
Bu sorunun cevabı konunun özünü teşkil eder.
Her ülkenin yardım politikası diğerinden farklılık arzedebilir. Söz gelimi “Avrupa’da genellikle belediyeler durum tespiti yapıyor, ihtiyacı olan aileleri belirliyor ve daha sonra sosyal güvenlik ya da aile bakanlığı gibi kurumlara bildiriyor. Bu bakanlıklara ayrılan bütçelerden vatandaşların hesaplarına her ay ihtiyaçları olan miktarda yardım yatıyor. Örneğin fakirlik sınırında olan ailelere maaş bağlanıyor, çocuk başına yardım, eğitim yardımı, çocukların kitaplarının alınması gibi yardımlar yapılıyor. Çocuklar belirli bir yaşa gelene kadar yardımlar sürüyor. Bunun yanında kira yardımı var. Burada da eğer ailenin geliri belirli bir sınırın altındaysa ve kirasını ödeyemediğini kanıtlayabiliyorsa devlet ya kira yardımı yapıyor ya da o ailenin sosyal konutlarda yaşamasını sağlıyor. Kira yardımı da her ay hesaba yatırılıyor. Ayrıca devletler işsizlik yardımı da yapıyor. AB hükümetleri, gayri safi yurt içi hasılanın yüzde 13 ila yüzde 33’lük kısmını sosyal yardımlara harcıyor. (Referans, 13 Mart 2009.)
İkinci soru yardıma muhtaç kesimlere, şahıs veya gruplara yardım yaparken, onlara siyasi minnet duygusunu hissettirmek ne kadar ahlakidir? Bazı batı ülkelerinde yardıma muhtaç kimselere yardım yapıldığını hissettirmemek üzere dikkat edildiğini biliyoruz. Bunun İslam literatüründeki karşılığı Hz. Peygamber’in “Sağ elin yardım yaparken sol elin haberdar olmasın” ilkesidir. (Buhari, Hudut, 19; Müslim, Zekat, 91. ) Sahih Hıristiyan telakkisinde de hüküm aynıdır (Bkz. Matta, 6: 39). Bu hükümlerde gözetilen maksat yardım alanın gururunun korunması, yardım yapana karşı izzet-i nefsini zedeleyecek minnet duygusuna kapılmamasıdır. Ancak bu hassasiyetler kişiler arasında olan yardımlar için söz konusudur. Asıl üzerinde durulması gereken gelir bölüşümünde takip edilecek iktisat politikalarında kimsenin kimseye minnet etmesine veya duymasına fırsat-imkan vermeden zayıf kesimlerin birer iktisadi özne, üretici güç haline getirmektir.
Siyasette geniş ölçekli manipülasyonlara yol açan sosyal yardımları meşhur bir metaforla anlatmak icap ederse, mevcut uygulama, iktidarın çeşitli kurum ve kuruluşlar aracılığıyla her akşam toplumun en alt kesimlerine –alt katmanın üst, orta ve altalt – insanlarına –ki bunlar 90 milyonluk nüfusta 18 milyon eder- her akşam bir balık götürüp yarı aç yarı tok yatırıp seçim zamanında oyunu almaya matuftur. Doğru olan cari iktisat felsefesini ve gelir bölüşümündeki temel politikayı değiştirip üst, orta ve altalt katmanlardaki insanları satın alma gücüne sahip, üretici özneler haline getirmektir. Her akşam bir yoksula bir balık vermek çözüm değildir, kalıcı ve adaletli çözüm eline olta verip ona balık tutmasını öğretmektir.
Merkezi hükümet ve yerel yönetimlerin büyük fedakârlık ve politik erdem olarak propaganda ettikleri sosyal yardım politikaları gerçekte büyük bir sahtekarlığı, sömürü ve adaletsizliği örtbas etmektedirler.
Kaynak: turkishpost.net