Sorunlarımız var evet ancak onları sorun olarak görmeyen veya baskılayan alışkanlıklarımız da var ve sanırım en aşılması gereken sorun alışkanlıklarımızın tedavisini gündeme almamaktır.
Mesela insan olmak/doğmak bir yaratılış hakikatidir, insan kalmak bizim sorunumuzdur. Meselenin ehemmiyeti buradadır ve bizden beklenen, kıyamete kadar diri tutmamız gereken, insan kalabilmektir. Mesela insan (Âdem) hata yapar ama özür diler, günah işler ama tevbe eder, kimseyi küçük görüp kibirlenmez, Allah’a hamd, insanlardan gördüğü iyiliğe teşekkür eder, sözü bütünüyle dinler ve güzelini alır, günah araştırmaz, zanla hüküm verip kimseyi karalamaz vs. Alışkanlıklarımız “iki insan dünyaya gelmeme vesile oldu tabi ki insanım” dedirtir ve ötesini ayrıntı görür. Oysa aramızda iyiliğe teşekkür etmeyen, kendisinin değil başkasının günahını düşünerek onu o günahlarıyla nasıl vurabileceğini araştıran hatta bu konuda “günah” biriktiren, hatasını kabullenmeyen ve özür dilemeyen, ince ruhlu olmayı zayıflık, kabalığı kudret olarak gören nice kişi var. Biz tedavi olmamışken, tedavi etme iddiasında da bulunabiliyoruz. Bu da bir alışkanlık halini almıştır. Bu süreci iyi anlamadan “ey iman edenler siz kendinize bakın” ayetini doğru okumamız mümkün olmaz. Bu ayet doğru anlaşılıp yaşanmadan da “insanlığa faydalı” olamayız ve “insanlığa faydalı oluşumlar” gerçekleştiremeyiz.
Mesela Allah bize din olarak İslâm’ı seçmiştir. Müslümanlık insan kalamamış bir kişi için sadece toplumsal bir derleme sıfatı olur mesela ve İslâm insan kalabilenlerin taşıyabileceği bir güzelliktir. Sorunumuz bunu gerçekleştirip gerçekleştirememektir. Alışkanlıklarımız Müslüman bir anne babadan doğmuş olmayı yeterli görüp, bir de İslam’ı kendisine amaç edindiğini söyleyen bir sosyal oluşuma kapak atmayı yeterli görmektir. Yine alışkanlıklarımız mesela “Allah’a çağıran, dua eden, salih amele talip olduğunu söyleyen ve ben Müslümanlardanım diyenlerden daha güzel sözlü kimse olmamalıdır” gerçeğini, “Müslümanım diyorum ya güzellik budur” diye geçiştirir. Mesele Müslüman olarak güzel sözlü, emin, hesap bilinci hep diri, kimseyi aşağılamayan, kibirden uzak, malı-serveti-diğer nimetleri ayrıcalık görmeyen bir insan olarak hayattaki yerimizi almak ve hayata katkıda bulunmayı sürdürebilmektir. Alışkanlıklarımız Kur’an’daki bütün olumsuz örnekleri mesela müşriklere, geçmişte peygamberleri yalnız ve yardımsız bırakıp düşmanlık edenlere zimmetlemektedir. Kitabı “başkalarına zimmetli ayetler” bakışıyla okuyunca da “bir toplum nasılsa öyle idare olunur” ifadesini de elbette anlayamayız. Hatta iktidar olmayı, gücü ele geçirmeyi toplumsal iyiliğin yeterli sebebi olarak görenlerden oluruz.
Mesela iyilerden olmamız Allah’ın bizden istediğidir. Sorun kendimizi “kime kötülüğüm olmuş ki” bireysel daraltmasıyla sınırlandırmak veya intisap ettiğimiz grubu, tarikatı, derneği, vakfı hatta partiyi iyiliğin merkezi görmek, onların “iyilik gölgesine sığınarak” meseleyi çözdüğümüzü düşünmektir. Oysa iyilik hiçbir kişi veya kesimin tapulu malı olmadığı gibi, onların bizden birine “bana intisap eden bu şahıs iyilerdendir” diye bir berat verme hakkı veya yetkisi de bulunmaz. Hiçbir dernek veya vakfın, tarikatın kitabın ve sünnetin dışında iyilik kıstasları koyma yetkisi de yoktur. Veya hiçbiri “bize gelen kurtulur, insanları; kurtuluşa ermek istiyorlarsa bize çağırın” deme haklarını kendilerinde göremez, böyle davranan olursa bu en uç bidat olur. Dikkat etmez isek iyilik maraza dönüşür yani hastalığa veya tersinden söyleyelim, o zaman kendi bireysel hastalık kıstaslarımızı iyilik kıstasları haline getirmiş oluruz. İşte alışkanlıklarımız fert olarak bizde, derneklerimizde, vakıflarımızda, tarikatlarımızda böyle bir vehim üretebiliyor. Zamanla, başkalarından ve olaylardan etkilenerek, iyi olanı ve iyiliği belirleyici yetkiye sahip olma hali gibi bir pratikle karşılaşabiliyoruz. Şöyle özetleyeyim; “ben ne diyorsam” veya birkaç kişi “biz ne diyorsak” iyi odur, “bu söylediklerimize uymayan bize gelmesin, bizden uzak olsun” yaşanmışlığı gerçekleşebiliyor. Dünya bizden ibaret olmadığı gibi hiçbirimizin iyilik yoluna set koyma, türedi şartlar koşma hakkı da yoktur.
Sosyal boyutuyla iyilik paylaşmayı bilmekle, adil olabilmekle, merhameti yaşatmakla, kısaca vicdanı diri tutmakla gerçekleşir ve insanlar nasıl iyilerden olunur sorusunu öncelikle konuşarak, konuşmak için kitabın söylediklerini ilim diliyle paylaşarak yani istişare ile izah edip cevabını bulabilirler. İyiliğe mani olan bireysel ve toplumsal sorunları da ancak bu şekilde tespit ve izah edebilirler. Mesela “Bana uymayan ölçüyü teperim” gibi bir ruh hali iyiliği açıklayamaz, iyilerden olmayı konuşamaz. Önce bu ruh halinden kurtulmak gerekir. Görünürde kimse kitap ve sünnete aykırı davranarak ölçü koymaktan bahsetmezken alışkanlıklarımız bize bunu yaptırmaktadır. Yani alışkanlıklarımız iyilik konusunda da sorun üretmektedir.
Mesela kitap bize her birimizin farklı olduğunu, bu farklılıklarımızla bir araya gelmemizi, bir araya gelişin yani cem oluşun, cemaatin de yeterli olmadığını, içimizde tefekkürü, düşünceyi, ilmi, araştırmayı hep diri tutan bir topluluğun olmasını ve kurtuluş yolunun ancak bu yöntemle beslenebileceğini söyler. Alışkanlıklarımız “haydi bir araya gelelim, bir şeyler yapalım, kuralları sonra konuşuruz” şeklinde tezahür eder. Öncüller nasıl belirlenecek, bir araya gelişlerde özellikle tanıtıcı fotoğraflarda yer alacak kişilerin haiz olması gereken nitelikler var mıdır gibi soruları görünürde ciddiye alsak da pratikte ağırlıklı olarak göz ardı ederiz ve bu da bir alışkanlık olarak sürgit devam etmektedir. Mesela kimse kabalığı, yalancılığı, başkasını aşağılamayı, alay etmeyi huy olarak benimsemiş olmayı, ilim dilini gereksiz görmeyi, boş ver ötesini bize hareket adamı lazım gibi türedi ifadeleri normalleştiremez. İşin pratiğinde mutfağı bu sözlere teslim edemez. Alışkanlıklarımız ise niteliklere dikkat etmeden çoğalma seçeneğini seçtirir. Oysa toplumsal göz, bir derneği, vakfı, tarikatı, cemaati, örgütlenmeyi fotoğrafta yer alanla değerlendirir. Cemiyet, cemiyette iyiliğin yayılması, sözün güzelinin tüm toplumsal kesimlere ulaşması gibi bir derdimiz varsa, “toplumsal gözün ne dediği önemli değil, filanlar bizi çekemiyor, geldiğimiz gibi devam edelim” diyemezsiniz. Eleştiri bile olamayacak hastalıklı saldırıların seçilip elenmesi de her eleştirinin dikkate alınarak üzerinde konuşulmasına bağlıdır ve bunu konuşabilecek yeterlilikte olan bir akiller heyetinin bulunmasını gerektirir. Eleştiri kabul etmeyen, her eleştiriyi saldırı olarak alan kapalı örgüt anlayışları bulundukları toplumlarda çözüm değil hastalık üretir. Çözüme katkı sunmak istediğini iddia eden her yapı yetişmesine vesile olacağı insanlara, hem ilimi dilini, analitik bakışı hem de eleştiri dilini öğretebilmelidir. Saldırıyı, karalamayı, iftirayı eleştiri olarak anlayan ve böyle davrananlara, eleştiri böyle yapılır diye öğretmek de derneklerimizin, vakıflarımızın, tarikat ve cemaatlerimizin, sol ve sağ örgütlenmelerin gündemlerinde olmalıdır. Alışkanlıklarımız bize “mademki eleştiriyor o halde bize karşı veya düşman” diye söyletmektedir. Ve bu alışkanlık da aşılması gereken bir sorun olarak bütün pratiğiyle önümüzde durmaktadır.
Konuyu inşallah diğer yazımda sürdürmeyi düşünüyorum…
Selametle kalın…