Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ali BULAÇ


Sizin tanrınız hangisi?(*)

Ali Bulaç'ın "yeni" yazısı...


Aristo’nun tanrısı kendi kendini düşünür; ne evren ne tabiatla ne insanla ilgilenir. Kendisi dışındaki olaylardan haberi yoktur, zatı dışında kimseyle veya bir olay ve olguyla ilgilenmez, olup bitenlerden de haberi olmaz: salt akıldır, akledilir ve akleder ama kimseye bir faydası veya zararı olmaz, bu tanrıya ibadet etmek veya ondan br talepte bulunmak (dua) anlamsızdır.

Platinos’un Bir’inden akıl, nefs, felekler taşmış (sudur) ama kendisinin bundan haberi yoktur; kendisine aşık olanları bilmez, onlarla ilgilenmez. Veya varlıkta biri diğeriyle kavgalı iki tanrıdan biri iyiliği diğeri kötülüğü temsil eder.

Bazı inançlarda insan ile tanrı arasında aracılar vardır; bunlar ya putturlar veya din adamlarıdır (rahip, şaman, kahin, büyücü vs.). Bazı tanrılar bir hükümdarın damarlarında dolaşan kanda içkindirler ya da oğullarını imparator ilan etmişlerdir. Kimileri ise kendilerini Tanrı’nın halifesi veya yeryüzündeki gölgeleri ilan etmişlerdir (Zillu’llahfi’l arz).

Bazı tasavvurlarda tanrı tabiat olaylarına güç yetiremez, tarihe müdahale edemez. Tarihi ve insanı kendi haline bırakmıştır. Yeryüzünde yoksulluklara, zulümlere, haksızlıklara aldırmayan tanrı tasavvurları hak ve adalet arayan insanları çileden çıkarır, onları inkâr ve inançsızlığa sevkeder.

Bu nasıl bir tanrı ki sürüp giden haksızlıklara, kötülüklere, zulüm ve zorbalıklara ses çıkarmaz?

Üstelik her ne zorbalık ve haksızlık yapılıyorsa onun adına yapılır; ona nispet edilen din, Marx’ın dediği gibi halkın afyonu olur! İnsana hulul eden tanrı tasavvuru da ruhun aşkınlık boyutunu parçalar. İki (seneviye-dualizm), üç (teslis) veya daha çok tanrı (politeizm) tasavvuru da sözünü ettiğimiz “yaratılmış tanrı” kategorisine girerler.

Nietzsche’yi Hıristiyanlığa karşı tavır almaya ve sonunda bu inançta şekillenen tanrıyı öldürmeye sevkeden sebeplerden biri, insanı tanrı ve O’nun çizdiği öne sürülen kader karşısında edilgen tutumudur.

Nietzsche, İslamiyet’i Hıristiyanlığa göre daha eril/muktedir, insanı dışından gelen kısıtlamalara karşı başkaldırmaya çağıran bir din olarak görür, olumlar, yeryüzünde müstekbirler, tağutlar, fasıklar ve facirler varsa -ki elbette her zaman varolmuştur, bugün de vardırlar ve yarın da var olacaklardır- Müslümanlık, bunların tahakkümüne maruz kalanları -pek zayıf/müstaz’af olsalar veya kendilerini öyle hissetseler dahi- güç sahibi olmaya, direnmeye, mücadeleye davet eder.

Aslında pek yakından ve dikkatlice takip edildiğinde, Nietzsche’nin öldürdüğü tanrı Hıristiyanlığın ve Aydınlanmacı filozofların yarattığı mahluk olan tanrıdır.

Tanrı adına ortaya konmuş dinlerdeki hükümlerin, ritüel ve şeriat kurallarının da zihinde yanlış tanrı tasavvurlarının şekillenmesine yol açtığını söylemek mümkün. Çok yönlü olarak bakıldığında dinin egemen sınıfların (iktisadi, siyasi, askeri, ruhani olifarşi) elinde bir iktidar aracına dönüşmesinin, aklî ve fıtrî temele dayanmayan kaderci anlayışların Tanrı’ya ve dine dayandırılmasının ve en nihayet insanın tamamen zihinlerde inşa edilmiş tanrı tasavvurları ve dini inanışların insanın elinden özgürlüğünü aldığına inanılmasına ve bundan dolayı tanrı inancı ve fikrinin derin sarsıntı geçirmesine yol açtığını söyleyebiliriz. Ancak Aydınlanma’dan sonra giderek daha görünür ve savunulur hale gelen ateizm veya bir alt derecesi deizm sadece bu sebeplerle açıklanamaz; ateizm ve deizmi besleyen modernliğe ait faktörler söz konusudur.

Aşağıda alıntıladığım köşe yazısı “yaratılmış tanrı (ilah-ı mahluk)” tasavvuruna tipik bir örnek teşkil etmektedir. Yazıda sürüp giden kötülükler, haksızlık ve zulümler, tanrı inancına izafe edildiğini,tanrınındabu haksızlıkları düzeltici bir güç olmadığını anlatmaya çalışır. 

Bir şehit ya da kazayla ölmüş bir er bulunur. Bir zaman sonra, otogarda kalabalığın “en büyük bizim asker, başka büyük yok” nidalarıyla uğurladığı birinin cenazesi gelir ve kalabalık gene bağırır. “Şehitler ölmez vatan bölünmez!” Anneler, babalar sessizce “vatan sağ olsun” der. Sormazlar, neden benim oğlum öldü?

Neden başkalarının çocuğu 18 bin (2025 yılı 243 bin) lira ödeyip bir gün bile askerlik yapmadan teskere aldı? Sormazlar, tıpkı madenlerde neden kaza olduğunu ve yüzlerce insanın öldüğünü sormadıkları gibi. Neden çocuklarının pahalı okullara gidemeyip anca imam hatibe mecbur kaldığını sormadıkları gibi. Yoksul bir Kürt’le yoksul bir Türk’ün daha doğuştan kaybeden olduğunu sormadıkları gibi. Sabahtan akşama kadar öldürücü sıcakta meyve toplayıp neden 30 lira aldıklarını sormadıkları gibi.Neden evlerinin bir göz oda olduğunu sormadıkları gibi. 18 bin lirası olanların neden iki çocuktan fazla yapmadıklarını sormadıkları gibi. Neden evde sadece bulgur ve yoğurt yediklerini sormadıkları gibi. Onların adı yoksullardır ve ne yazık ki öğrenilmiş bir çaresizlikle sadece tanrının bütün bu adaletsizliği göreceğini ve onları cennetiyle ödüllendireceğine inanırlar.

Ama tanrı onları görmez. Tanrı zenginleri sever. Onların çocukları sınır boylarında ölmez! Onların çocukları şehit olmaz! Onların çocukları sokaklarda dilenmez! Onların çocukları sokak köşelerinde tiner koklamaz! Onların çocuklarının karanlık sinemalarda ırzına geçilmez! Karıları E-5 yolunda müşteri beklemeye çıkmaz! Kızları fahişe olmaz! Tanrı onlara iyi okullar sunar, katlar sunar. Tanrı onlara dünyada bir cennet sunar. Onlar öbür dünyayı beklemezler!

Cennette ödüllendirileceklerini düşünenler, gerçeği söyleyenleri de pek sevmezler! “Bu HES’ler senin derelerini kurutacak” denildiğinde söyleyen kişiye şüpheyle bakarlar, “bize iş sahası açacaklar” derler. Sonunda dereler kurur ve “vay biz ne yaptık” diye dövünürler, ancak o zaman kendilerine gerçekleri söyleyenlere güvenmeye başlarlar. Ama çok geç olmuştur, ormanlar kesilmiş, dereler kurumuş ve termik santrallar çoluk çocuk çok can almıştır. Cennette ödüllendirileceklerini düşünenler, zenginlerin kestiği ama esaslı parçalarını kendilerine ayırdıkları kurbanın üç kuruşluk eti kendilerine düştüğünde bir sevinirler, bir sevinirler. Kurbanı kesene kurban olurlar. Mitinglerde dağıtılan üç kuruşluk yemeği nimetten sayarlar ve sahibine oylarını teslim ederler.

Birgün olsun şu soruyu sormazlar. “Neden ben böyle yoksulum?”

Çünkü Tanrı’nın kendisini böyle yarattığına inanırlar. Birileri itiraz etse, “biz neden yoksuluz” diye, baş kaldırsa, yanıtları hemen hazırdır bu nedenle: “Beş parmağın beşi bir olmaz” ve “Koç’un çok parası vardı ama istediğini yiyemiyordu” sözünü dillerine pelesenk etmişlerdir. Asgari ücretli işlerine sımsıkı yapışırlar, uğruna en yakın arkadaşlarını bile hiçe sayabilirler. 

Tersanelerde, inşaatlarda ölen arkadaşları için üzülürler ama “Oğlum beni affet. 18 bin liram yoktu” diyerek, oğlundan özür diler.  (Işıl Özgentürk, Affet beni oğlum 18 bin liram yoktu, Cumhuriyet 4 Mart 2018)

Bu konu üzerinde kafa yoran ve 2015’de Fransa’da, bir otel köşesinde intihar eden romancı Nilgün Aslan da, hep şu sorulara cevap arıyordu:

Varlıkta “iyi olan Tanrı” ile sürüp giden “kötülükler” nasıl bağdaşır?
İyi ve adil olan Tanrı neden kötüleri ve zalimleri yok etmiyor?
Neden dünyada olup biten olay ve olgulara müdahale etmiyor?
Gücü mü yetmiyor?
Bu haksızlıklardan, zorbaların ve kötülerin güç yetirdiği kimseleri ezmelerinden zevk mi alıyor?
Yoksa Aristo ve Platinos’un varsaydığı gibi bütün bu olup bitenlerden haberi mi yok?

Bu soruların cevabı verilmelidir. Ama, “yaratılmış tanrı” tasavvurunda bu soruların cevabını aramak beyhude çaba olur.

(Nilgün Aslan deistti, benim “Bizim bir hikayemiz var” başlıklı yazım (bkz. Postmodern kaosta kıble arayışı, 3.bsm, Çıra y. İstanbul-2024, s. 186-209.) üzerine benimle tanışmak istedi, tanıştık, yazılarımı, kitaplarımı neredeyse ezbere biliyordu. İlk tanışmamızda yaklaşık iki saat bu konuyu konuştuk, sonunda “Senin sorunun Tanrı’yla” dedim, o da doğruladı. Bu konuyu iki romanında ele almıştı Sözün Gülüşü ve Şans Aynası. İki kitabını bana hediye etti, okudum, bu konuyu enine boyuna tartışırız derken, 2015’te Fransa’da intihar ettiğini öğrendim, çok üzüldüm.)

Geçmişte fırtına tanrısı dedikleri Hadad, Kenan yöresinde bereket tanrısı kabul edilen ve Yunanlıların Afrodit’in sevgilisi gördükleri Adonis; İranlıların iyiliği atfettikleri Ahura Mazda, kötülük tanrısı kabul ettikleri Ehriman, Yunanlıların ışık ve müzik tanrısı saydıkları Apollo, akıl ve hikmet tanrıçası olarak yücelttikleri Atina; yine Kenanlıların üreme ve bereket tanrıçası gördükleri İştar; Batı Samilerinin gök, dağ ve döl tanrıçası isimlendirdikleri Ba’al ve bu bağlamda dünyanın şu veya bu bölgesinde insanların icad ve inşa ettikleri, zihinlerde yarattıkları tanrı algıları ve tasavvurları ne olursa olsun, tümünde ortak tema bir, iki veya daha çok “tanrı” düşüncesidir.

Modern zamanlara özgü ateizm hem öncesi olmayan bir inançtır, başka deyişle modern ve postmodern bid’attır, hem de belli belirsiz andırdığı geçmişteki dehrilikten farklı varsayım ve iddialara dayanmaktadır.

Modern oluşu ve Aydınlanmanın ana vatanı Batı Avrupa ile yakından ilişkili olması, bu inanç biçiminin Batı Hıristiyanlığı ve Aydınlanmayla ilgili olduğunu gösterir. Büyük ölçüde Aryusçularla teslisçilerin 325’te karşı karşıya geldiği İznik Konseyi’nde “İsa’nın doğası nedir?” sorusuyla başlayan tartışma “Tanrının zatının doğası” nedir sorusuna verilen cevaplarla sürmüş ve zaman içinde Zat’ın bilinmezliği bilimi ve aklı referans alan kimi filozofları Zatın inkârına yani “yok sayılması”na götürmüştür.

Zat, bir gözlem ve deney ya da araştırma ve incelemeye konu olacak bir nesne olmadığından bilimin konusu da olamaz. Akıl ise Zatın özünü, mahiyetini olduğu hal ve mahiyet üzere kavrama gücünden yoksun olduğundan, sadece zatın sıfat ve fiillerini anlayabilir ki, aklın elinde vahyin şifre çözücüsü olmasa bile hiç değilse kısmen varlıkta, tabiatta sürüp giden olaylardan hareketle Tanrı hakkında birtakım doğru bilgi ve kanaatlara sahip olabilir.

İki, üç veya çok tanrı tasavvuru sonuç itibariyle bir “tanrı” fikrine irca edildiğine göre, varlık alemi ve insanî hayat tanrı fikri ve inanç olmaksızın mümkün değildir. Varlığı mümkün kılan Tanrı olduğu gibi insanı da Tanrı mümkün kılar. Ateizmin evreninde Tanrı yoksa, insan da mümkün değildir.

Bu durumda insanın sahih tanrı fikrini araştırıp bulması varoluşsal çabalarının ilk sırasında yer alır. Sahih tanrı fikri ifadesini ortak ve benzer kabul etmeyen tevhidde bulur. Varlığın çokluğu ve biri diğerinden tamamen özerk veya bağımsızmış gibi görünen çeşitliliğinde dağılmış, parçalanmış kişiliği toparlamak ancak tevhidle bir araya getirmek mümkündür.

Allah el Camiu’l-Kelîme’dir, bütün isimlerin Zatında toplandığı Bir ve Tek ilahtır. O’na tevhid üzere bağlanan hem dağılmışı toplar, hem toplumsal ve gündelik hayatında kişiliğini farklı rol ve işlevlerle parçalayan, ruhunu şizofreniye sürükleyen kurumların tasallutuna karşı birlik ve bütünlük üzere korur.

Bunun yolu öncelikle Hakikat sevgisinin insan kalbinde yeşerip kök salmasından geçer. Postmodern dünya, modernizmin hakikati fizik gerçekliğe ve düşük seviyedeki aklın tekelleşmesine karşı çıkarken hakikati parçaladığından, adı tanrı konulmamış en arkaik döneme geri dönüş yaparak varlıkta ve kültürde her parça ve olguyu özerkleştirdi, böylelikle ontolojik birliği yok ederek çok tanrıcılığı hortlatmış bulunmaktadır, çok tanrıcılık hakikati ve varlığı parçalar.

Yeniden bütünlük ve birlik duygusunu kazanıp insanı varlıktaki aslî merkezle irtibatlandırarak, dinleri deforma uğratan talihsiz süreçlerin bilgisi ve aklı da deforma uğratan modern ve postmodern süreçleri takip ederek sağlamak mümkün değildir. Zamanımızın geçerli bilgi/bilim ve akıl kavramlarını köklü reformlardan geçirmek lazım.

Aydınlanma, bilimsel yöntemi bilgi elde etmenin tek yöntemi ve bilimsel bilgiyi gerçekliğin ve doğruluğun tek bilgisi ilan ettiğinden bilim ile aklı özdeşleştirdi. Akıl bilimsel bilgi paradigması içine hapsolunca, özgürlüğü kaybedip herşeyi somut gerçekliğin bilimsel gözlem ve deneyimine, fiziksel niceliğe indirgedi; böylece Zat bilimsel bilginin konusu dışına çıkınca aklın da ve aklî düşünme, istidlalde bulunma alanı dışına çıkarıldı. Buna göre aklî olan bilimseldir, bilimsel olan hem aklîdir, hem tek gerçekliktir. İşte bu kabul modern ateizmi temellendiren birinci derecedeki faktördür.

Oysa bilim bize hiçbir nihaî gerçeklik hakkında ne fikir verir ne bilgi. Fizik evrende cereyan eden olayların işleyişinin bilgisidir ve münhasıran “nasıl?” sorusunun cevabıyla ilgilidir. Bilim, aklın rehberliğinde tabiattan elde ettiği bilgileri kendine özgü yöntemiyle test ettiğinden bilimle kanıtlanamayan varlıkları akla aykırı (akıl-dışı) da görür.

Bu varsayıma göre bilimsel olarak kanıtlanamayan akılla da kanıtlanamaz. Oysa pek tabîi ve birçok olayda gözlenebildiği üzere bilimsel olmayan aklî olabilir. Çünkü akıl bilimsel yönteme indirgenemez. 

Modern ateizmi besleyen diğer bir faktör, insanî faaliyet ve amaçlarının merkezinde iktisadi büyüme, dünyevî refah, bedensel zevk, lezzet ve hazların yattığı seküler dünya görüşüdür. Bedenin arzu ve tutkuları, şehvet ve iştahı, güç ve iktidar hırsı bunları sınırlandıran, denetim altına almayı hedefleyen din duygusunu ve Tanrı inancını zayıflatır. Güç, refah, büyüme ve haz beşeriyeti fiili materyalizme ve felsefi temeli olmayan bir nihilizme doğru sürüklemektedir.

Bu ölümcül anafora kapılmaktan ve kendini alamayan nominal dindarlar da, güç ve iktidar, servet ve statü sahibi olduklarında dinleri ne diyorsa aksi pratikler sergilemekte; ahlaktan ve adaletten yoksun bir dindarlığın kültürel ve politik savunucuları olmakta böylece ateizmin ve deizmin revaç bulmasına sebep olmaktadırlar.

Hakikatin parçalandığı, vahdeti kesrette müşahede etmeyenlerin teşevvüş hali yaşadığı bu postmodern kaosta herkese sormalıyız: Sizin tanrınız hangisi?

*)NOT: Bu yazı, 2 Şubat 2025’te yazmaya başladığım The Turkish Post’taki son yazım, “sakıncalı piyade” ve “ambargolu” olduğum bu dönemde bana yazma fırsatını veren yetkililere teşekkür ederim. Sürç-i lisan ettikse affola. Üç amelde emeklilik olmaz: İbadette, ilim öğrenmede ve cihatta. Son nefese kadar ala kaderi’l-imkan, devam.)

 

Kaynak: turkishpost.net

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR