11 Temmuz günü Casene Mağarası önünde düzenlenen silahları yakma töreni, silah bırakmanın asla bir yenilgi olmadığını vurgulamanın ötesinde, adeta yüz yıl önce başlayan cumhuriyet macerasının sona erişine ya da bir başka sürece evrilişine dair bir ritüeldi. Kuşkusuz ki sorun doğrudan cumhuriyet’te değil, onun neredeyse bir tür faşizmi andıran sürdürülüş biçimindeydi. Kimileri bunu dönemin ruhuyla irtibatlandırsa da, kuşkusuz ki her şey bambaşka da olabilirdi. Nitekim süreç ortak bir bağımsızlık mücadelesi olarak başlamıştı ve olabilirliği kuşku götürmez bir biçimde farklılıkları da sürece katan ve olumlayan bir yordamla da sürdürülebilirdi; demokratikleşebilirdi, hakkaniyete ve insaniyete doğru da evrilebilirdi ama öyle olmadı, hikâye giderek kendisine kapanan ve otokratlaşan bir modernleşme perspektifine mahkûm, trajik bir maceraya dönüştü.
İşte bu yüz yıllık süreç, Casene Mağarası önünde yakılan silahlarla sonlandırılırken, geçmişi yâd etmek ve geleceğe doğru mesajlar vermek için oldukça güçlü bir mizansen hazırlanmıştı. Yüz yıl öncesinde, daha İstiklal Savaşı başlamadan da önce, İngilizlere karşı mücadelenin başladığı noktalardan birisiydi bu mağara. İngilizlerin petrol bölgelerine el koyduğu bir süreçte Kürtlerle olan kardeşlik ittifakı da sona erdirilmişti. Şimdi ise yıllarca süren bir restleşme akabinde süreç, demokratik bir uzlaşı ve bütünleşme kararıyla yeniden barışa, barış umuduna yönelmekte.
Yüz yıllık devlet zorbalığının şiddeti buradaki sembolik törenle sonlandırılabilir mi bilinmez ama yakılan silahların alevlerinin mitik görüntüsü adeta kutsal bir ebedi barış arzusunu simgelemekte. Hele ki bu alevlerin bir kadının eliyle yakılması, dağa giden çocuklarının yollarını gözetleyen anaların acısını ifade açısından oldukça iç yakıcıydı. Simurg’u simgeleyen 30 savaşçının silahlarından geriye kalan küller ise yüz yıl öncesinde küllenen bir umudu, barış umudunu yeniden diriltme çabası olarak savruldu rüzgârlara.
Nitekim silahları tutuşturan Bese Hozat’ın 97 yaşındaki anası hâlâ kızını görebilme umuduyla yaşamakta ama süreci işletenler bunu ne kadar umursamakta veya dikkate almaktalar bilinmez. Zira bu tür sembolik girişimlerin ötesinde sürecin ilerletilmesine dair devletlûların ayaklarını sürümesinin ötesinde herhangi bir somut çabasını görebilmekte değiliz. Süreci sembolik girişimlerin ötesine taşıyacak, acıları ve haksızlıkları telafi edecek, anaların yüzlerini güldürecek, barışı ve umudu diriltecek adımlara dair bir kıpırtı yok maalesef. Sadece söylemler, sadece görüşmeler, sadece umutları beklentide tutan açıklamalar…
Acısını yalnızca Kürtlerin değil, Türklerin de duyduğu bu yüz yıllık süreçte amaçlanan neydi ve geride ne kaldı diye düşünecek olursak, her şeyin ne kadar da anlamsız ve akılsız birtakım heveslere dayandığını görerek bir kez daha yanar yüreklerimiz. Şeyh Said’in ya da Said-i Kürdi’nin başlattıkları direniş hikâyeleri öyle farklı patikalara doğru savruldular ki çıkıp gelseler onlar da şaşırırlardı bu evrilişlerden dolayı. Niyetlerle akışlar arasındaki bu farklılaşmalar bir mantıktan uzak olmasa da, tarih çoğu kez banilerin arzularının çok ötesine savurur hikâyeleri. Dolayısıyla da bizler, şimdinin tanıkları, artık bambaşka bir yerdeyiz; farklılaşan dilimiz ve bakışlarımızla bizzat kendi değişim sürecimiz içerisinde oldukça umulmadık noktalara doğru evrilen edimlere tanıklık ettik ve kim bilir daha da neler görecek bu gözler şayet Tanrı izin verirse.
Yüz yıllık bir süreçte dili yasaklanan, köyleri boşaltılan, kıyafetleri hor görülen, haklarında türlü yalanlar üretilen bir halkın direncini takdir etmenin ötesinde, geldiğimiz bu noktanın olumlu bir kazanımı yok. Tıpkı yüz yıllık ölümünün akabinde gözleri farklı bir dünyaya açılan Üzeyir gibi biz de oldukça pahalı ve acı bir deneyim yaşadık. Yıkılan şehrin kalıntılarına acılar içerisinde ve umutsuzlukla bakan gözler yüz yıl sonra farklı bir dünyaya tanıklık etse de, görülen bu yeni manzara, içteki o burukluğu gidermiş değil. Yitirilen imkânlar, kaybedilen zamanlar, düşmanlaştırılan halklar ve itiraf edilemeyen pişmanlıklar…
Oysa aynı süreçte bu tür meseleleri oldukça olumlu yollardan aşan nice örneklikler var. Kaldı ki aklın ve izanın olduğu yerde hiçbir örnekliğe ihtiyaç da bulunmamakta. Sadece insan olmak ve insanlığın onurunu her şeyin üstünde tutma arzusu ve becerisi, bunun için, olumlu bir değişim süreci için yeterlidir. Şayet böylesi bir akıl kabil olsaydı, Anadolu, içerisine düştüğü bu sefaletin yerine, bir türlü şiddet ve savaş sarmalından çıkamayan bölgesine de olumlu bir örneklik olabilirdi. Üstelik yüzlerce yıldır birlikte yaşadığı ve hatta yönettiği halklara böylesi bir borcu da bulunmakta değil mi? Onları umursamamak, Kürd’ü kart kurt, ötekileri ne Şam’ın şekeri ne de Arab’ın yüzü diyerek aşağılamak yerine, Avrupa Birliğinden önce buna dair olumlu bir örnekliği vermek hiç de imkânsız değildi. Tarihi, coğrafyası ve deneyimleri bunun için uygundu çünkü ve hâlâ da öyle. Ve hâlâ o aklı bekliyor bu coğrafya. Tahakkümü ve efendilik afra tafralarını değil de barışı ve kardeşliği diriltmeye ve paylaşmaya dair bir aklı.
Her neyse! Umarız ki Casene Mağarasının önünde yanan ateşin ışıkları komşu beldeleri ve halkları da aydınlatır ve oralarda da barış meşaleleri silahları yakar. Hiç kimsenin zafer sevincinin sarhoşluğuna veya mağlubiyet kederinin hüznüne kapılmadığı bu insanca sona, ebedi barışın ışığına tüm komşu beldelerin de kavuşması ve bu kadim toprakların bir kere daha insanlığa bir örneklik sunması umuduyla, bu umudun ateşini diri tutan tüm isimsiz analara ve kahramanlara şükranlarımızı ifade ederken, sürecin aktörlerinden de bir an önce barışı tahkim edecek somut adımları atmalarını dilemekteyiz. Ki geride kalan o nahoş yıllarla aramızda kesin bir kopma yaşansın ve kendimizi artık geriye dönüşün imkânsızlaştığı bir yeni dünyada bulabilelim. Çünkü bu süreçler oldukça bıçak sırtında ilerler ve en küçük bir hata, bir gecikme ya da umursuzluk, Allah korusun, her şeyi tekrar tersine çevirebilir.
Kaynak: farklı bakış