Sait Alioğlu Yazdı;
Klasik dönemler açısından, ekonomik alanda varit olan tarım toplumuna bir göz atıldığında, kalkınma ve iaşe(geçinme) yolunun topraktan geçtiği gerçeği, ister istemez toprağa kimin malik olacağı mevzuu sonucunda, farklı yollarla icra edilen şiddet olgusu ile karşı karşıya kalınmış olduğu idrak edilecektir.
Günümüzde de modernleşmeye ve ekonomik alanda var olan değişime rağmen, şiddetin şimdi de toprak üzerinden toplumsal planda kendine yer bulduğunu görebiliyoruz.
Buna istinaden şiddet, günümüzde de bir bütün olarak hayatın hemen her alanda kendisi, o da doğal(fıtrî) yollar üzerinden dezavantajlı durumda olan insanlar, gruplar nezdinde ve çoğu kez resmi bir şekilde yürümekte, yürütülmektedir.
Öteden beri bize arız olan ve tevarüsen gelen şiddetin ekonomik saiklerle sürmesinin yanında, yine hemen, hemen hayatın tümünü kuşatacak oranda şiddetin katlana, katlana arttığına şahit olmaktayız.
Çağdaş ekonomik düzende ve düzeyde; hiçbir emek sarf edilmeden, maddi uğraşılardan pay almanın, “kapmanın”, mala, mülke çökmenin adı olan mafyatik(yani helal ve meşru)olmayan yöntemlerde aynı minvalde sayılmayı çok, ama çok hak etmektedir.
Bu da kapitalizmin, sağcılık ve milliyetçilik üzerinden var olan mahiyeti(içeriği) ile alakalıdır.
Gelelim ideolojiler çağında ki “devrimci” şiddete…
Bu şiddet türü, çıkış noktası açısından “modern” saiklerle o döneme has ve onun karakterini yansıtacak olsa da, o da, bu kez işçi sınıfı üzerinden kurulmak istenen sosyalist sistemin temellenmesi, geliştirilmesi ve devamının sağlanması için üretilen yeni bir şiddet türü olarak toplumsal hafızadaki yerini almış bulunmaktadır.
Bu şiddeti, en yalın şekliyle Fransız ihtilali sürecinde görmekteyiz.
Bunun, bize sirayet etmesi sosyalist hareketlerinin öncesinde, ondan farklı bir şekilde örgütlenen İttihad ve Tarekki’nin iktidarı döneminde muarızlarına ve muhaliflerine karşı oluşu ile varit olmuştu.
Bir de, ondan miras olarak sosyalist hareketlere, milliyetçi yapılanmalara ve dahi “kerameti kendinden menkul” bazı sözde dinî yapılanmalara örnek teşkil eden ittihatçıvari bir örgütlenme biçimini, aynı zamanda ideolojik şiddeti siyasal alanda da yaşamış olduk.
Burada, siyasi anlamda şiddetinde kendine özgü şekilleri söz konusu idi. O da, birçok milliyetçi çevrede meşhur olan “vatan hainliği” kavramı ile sol cenahta gözden düşürülmek istenen kendi yandaşlarına, yoldaşlarına ve sair gruplara yönelik olarak sık, sık kullanılan “sosyal faşist” tanımlaması aynı zamanda, o faşistleşen kişi ve çevrenin “medeni ölü” haline gelmesi demekti.
Bir de, birçok Müslüman çevrede (daru’l-Harpçi anlayışlar)bu tür siyasi ve inançsal şiddetin adı ise, gözden düşürülmek istenen kişi ve gruba, hatta topluma karşı kullanılan “müşrik, kâfir” yaftalaması şeklinde söz konusu idi.
Şimdi ise, bu argümanı Selefilik üzerinden İŞİDvari yapılar, o da küresel ağa babaları adına kullanmaktadırlar.
Müslüman camiada, özellikle de İslamcı cenahta, Kur’an ile birlikte az çok tedris edilen Hz. Muhammed’in(s) hayatının anlatıldığı siyer çalışmalarına binaen, eksiği, gediğiyle Onun ne yaptığına dair bilgiler ışığında, Müslümanın, dost ve düşmana karşı(özellikle de zulme ve zalime karşı) ne yapması, nasıl davranması konusunda belli bir yol alındığını belirtmiş olalım…
Buna rağmen, kadim öğretmenimiz Hz. Muhammed(s) olduğu halde, birçok alanda olduğu üzere “düşmana karşı” mücadelede batıl planda Batı ve Doğu karakterli olup hakikat içermeyen yol ve yöntemi sahiplenmenin “en anlaşılır ifadesiyle” mantıklı bir tarafının olmadığını söyleyebiliriz.
Zira onlar(zalimler) bizim öğretmenimiz o-la-maz-lar-dı!!!
Bunun böyle olduğunu Aliya’nın, doksanlarda süren Bosna savaşı döneminde, kendisinden, “başarı elde etmeye yönelik olarak” düşmanları olan Sırpları örnek almaya yönelik istekleri karşısında takındığı tavır dikkate ve takdire değer bir cinstendir; “Onlar bizim öğretmenlerimiz olamazlar, bizim öğretmenimiz Hz. Peygamber(s)’dir”
Türkiyeli Müslümanların süreç içerisinde tevhidi kimlik açısından, öncelikli olarak siyasi ve toplumsal alanda var olma çabaları, tarihe “karanlık yıllar” olarak geçen doksanların başlarından itibaren Kemalist zorbalıklara- Sivas olayları, 28 Şubat postmodern darbesi vb.- karşı topyekûn bir mücadeleyi de beraberinde getirmişti.
O yıllarda hem bariz hale gelmesi için uğraşılan tevhidi kimlik, milliyetçilikten arınma ve yavaş, yavaşa var olan ekonomik düzensizliğe ve zorbalığa karşı çeşitli platformlarda verilen mücadelede şiddet olgusuna pek tesadüf edilmiş değildi.
İnsan, yapısı gereği zayıf yaratıldığı için yanlış yapamaz mı? Elbette yapabilir. Hatta Müslüman da yanlış yapabilir, ama onun “belki de” elinde olmadık sebeplerden dolayı yanlış yapması dahi, “hayatı tümden yanlış üzerine kurulu düşman tarafından” algı operasyonlarına alet edilebilir özelliğinden dolayı, Müslümanın adeta sinir damarlarının alınması gerekir.
Bu espri, o dönem birkaç kez, kendine özgü yapılanma içerisinde bulunan, ama dost ve düşman tarafından dahi Müslümanların geneli ile bir ilişkisi kurulamayacak şahıs ve grupların yapıp ettikleri, neredeyse mezarda yatan Müslümanlara dahi mal edilecek oranda tepe, tepe kullanılmış olup yıllar süren acılara, ıstıraplara yol açmıştı.
Bunları niye yazdık; neden belirtme ihtiyacı duyduk?
Siyonist İsrail’in, -on yıllardır yaptığı üzere- 7 Ekim’den buyana Gazze’ye ve Batı Şeria’ya yönelik işgal ve soykırımına karşı, dünya genelinde olmak üzere İslam dünyasında ve büyük oranda “cılız da kalsa” Türkiye’de birçok eylem, anma ve program tertiplendi ve bunlar halen devam etmektedir.
Batı’da, özellikle de ABD’deki üniversitelerde öğrencilerin başlatmış olup hocalarının ve okul yöneticilerinin, birçok ülkede milyonlarca kitlenin icra edilen vahşete karşı vermiş olduğu mücadelenin bir benzerleri de Türkiye’de, özellikle de spontane bir şekilde gençlerden oluşan yapılanmaların eylemleri, ”yapılış tarzı itibarıyla” ses getirmişti.
Bu eylemci gurplardan birisi “Filistin İçin 100 Genç” adlı yapılanma idi.
Bu arkadaşlar, tamamı aynı ideolojiye ve aynı gruba ve hiçbir siyasi partiye, pırtıya mensup olmayıp kendi vicdanlarının sesine kulak verip meydanlara inmiş ve özellikle de Azerbaycan’ın resmi petrol şirketi olup İsrail’e ait savaş uçaklarının yakıtlarını temin etmeyi sürdüren SOCAR’a karşı, şirketin İstanbul’da bulunan merkezinin önünde “haklı” bir eylemde bulunulmuştu.
O günlerde oluşan siyasi havaya bakıldığında, hem muhafazakâr ve hem de “maalesef” İslamcı cenahta epey kişi ve yapı, bu gençlerin eylemlilik tarzına karşı olduklarını belli bir oranda belirtmişlerdi.
Sanki o eyleme katılan çocuklar, bir soykırım karşısında haklı eylem ortaya koyan insanlar değiller de, neredeyse çapulcu takımı kabilinden istenmeyen insanlardı.
Kurgu böyle olunca, oluşan algıda aynı minvale karşılık bulmuştu.
Hatta gaybe(“İslami anlamda, olup olacağı ve içeriği bilinmeyen; Kayıp olan” anlamında) taş atarcasına, böyle kendi başlarına eylem yapan çocukların oluşturdukları yapılar itibarıyla, yarın, bir gün birileri tarafından bir örgüte dönüştürüleceğine dair ipe, sapa gelmez, deli saçması kabilinden iddialarda havada uçuşmaya başlamıştı.
Böyle bir eylem, “kardeş ülke”nin SOCAR şirketine yönelik değil de, yine İsrail’in ölüm yağdıran savaş uçaklarının yakıtını temin eden ve bir başka ülkeye ait olmuş olsaydı, yapılan eylemden dolayı o gençler alkışlanır, eylemleri makul ve makbul sayılır ve desteklenirdi değil mi?
Hayır, diyen var mı, olabilir muidi? Asla! Ama ne hikmetse, Siyonist çetenin savaş uçaklarına jet yakıtı temin eden şirket “kardeş ülke”nin resmi şirketi olunca işler birden değişmiş oluyor.
Bu eylem, o fevri bir şekilde cam, çerçeve kırılması hadisesi dışında meşru bir eylem olarak anılmalı… ama maksat hasıl olacak ve İsrail’e karşı haklı tepkiler dile gelecekken, sen gel de cam kır, çerçeve dağıt!
Olmaması gerekirdi. Ama maalesef vuku bulmuştu bir defa! Elden gelirdi ki zahir!
Biz, yine de o kardeşlerimize meşru eylemlere gölge düşürmemek gerektiğini hatırlatmış olalım!
Zira böyle durumlarda gözler sizin üzerinizde olur ve sizi kendi iddialarınız ile vururlar, vurmak için pusuda yatıp zaman kollarlar ve bilemediğimiz birçok cepheden ummadığınız yerden vurmaya çalışırlar.(Medyasıyla, sivri kalemşörleriyle, siyasi yapılanmalarıyla vs.)
O vurulan sizle birlikte değerleriniz, idealleriniz, ilkeleriniz ve kısacası sizi siz yapan her şeyimiz paçavraya dönüştürülebilir.
Tamam, insan olarak beden ile birlikte ruhunuzda var, onlarla birlikte insansınız; ondan dolayı karşılaştığınız hemen her şeye karşı tepki verebilir, sevinir ve üzülebilirsiniz de, ama siz siz olun mümkün mertebe acınızı ulu orta sergilemeyin, ama sevginizi de, sevdiğinizi de ertelemeyin; her şeyi zamanında ve yerinde ortaya koymaya çalışın.
Zira gelecek sizlerin ellerinde şekillenecek. Size çelme takmak isteyenlere karşı teyakkuzda olun, ama hiçbir şeyi boşlayıp umarsızlık göstermeyin…
Hayat boşluk kaldırmaz. Sen, boşluğu, hem de kendi boşluğunu kendin doldurmaz isen, başkası senin boşluğunu, seni işin dışında tutarak kendisi, kendi geleceği için doldurur.
Kanlı coğrafya Filistin ve oranın mazlum halkı için ortaya koyduğun eylemler hayırlı bir şekilde çoğalsın ve tüm insanlığı kuşatsın ister misin?
O zaman, haydi haklı ve meşru eylem ve söylem biçimlerine “evet” diyelim…