Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ali BULAÇ


SAVAŞ MI, CİNAYET Mİ 1-2

Ali Bulaç’ın, mirat haber’de ayrı tarihlerde “Savaş mı, Cinayet mi?” başlıklı 1 ve 2 nolu yazısını, konu bütünlüğü açısından aynı sayfada yayınlamayı uygun gördük.(*)


SAVAŞ MI, CİNAYET Mİ 1-2

 

1

Her ne kadar hala “savaş” tabirini kullanıyorsak da, gerçekte Arapça kullandığımız “muharebe” artık klasik manada savaş değil başka bir olgudur. Fiilen olup biten kitlesel cinayet, başka bir deyişle katliamdır. Söz konusu katliam da batı (ABD-Avrupa) tarafından Müslümanlara uygulanmaktadır. 21. yüzyılın ilk yıllarından başlamak üzere İslam aleminde katliamlar sona ermedi, bunun bugün bolca örneklerine sahip bulunuyoruz. Birkaç örneği hatırlayalım:

2003-Mart ayında başlayan Irak işgalinin üzerinden bir  sene geçmeden Batılı koalisyondan oluşan işgal kuvvetlerinin, direnişçiler hariç “100 binden fazla kadın ve çocuk öldürdüğünü” Amerikan kaynakları da kabul etti (Prof. Mark Levine, Zaman, 18 Kasım 2004.) Bu bilgiyi veren Mark Levin’e göre aslında söz konusu rakam “bir soykırımın hukuki tanımını karşılamaya yetiyor.” Irak, Afganistan ve başka yerlerde Müslüman halklara reva görülen zulümler insanın kanını donduracak, vicdanları infiale sevkettirecek boyutlara ulaştı. Ramazan, Kadir Gecesi, bayram, Cuma namazı, düğün, cenaze namazı, yaralı taşıyan ambulanslar demeden işgal kuvvetleri aşırı güç kullanarak çocuk, kadın, yaşlı, sivil, menzillerine giren herkesi katlettiler, hareket eden her canlıyı öldürdüler. Dini kaynaklarının katliamı teşvik eden İsrail, batılı işgal kuvvetlerinin amellerinden cesaret aldı. İsrail de Camileri basıyor, Allah’ın evlerini yerle bir ediyor ve yerde yatan, acı içinde kıvranan yaralıları, ekmek ve su kuyruğuna giren insanları acımasızca infaz ediyor. İşgalcilerin kadınlara yaptıkları muamele başka bir şenaat. Vietnam’dan ayrılırken Amerikan askerleri 100 bin kadını kirletmişti, Irak’ta da on binlerce Müslüman kadını kirletitiler.

Amerikalılar sadece kendilerine denk silah kullananlara karşı aşırı güç kullanmıyor, zaten hiçbir şekilde onlara karşı direniş gösterenlerin elinde bu çapta silah yok. Aynı zamanda Napalm bombası da kullanıyorlar. İsrail defalarca Filistinlilere karşı fosfor bombası kullandı. Bu konuda somut iddia, belge ve bilgiler var. Sydney Morning Herald gazetesinin 22 Mart 2004 tarihli haberine göre Amerika Irak’ta kimyasal ve biyolojik silah kullandı. Albay James Alles bunu itiraf etti (Independent 10 Ağustos 2004). Kitle imha silahını ortadan kaldırma bahanesiyle Irak’ı işgal eden Amerika, aynı silahı kullandı.

2004-Temmuz’da ABD Senatosu İstihbarat Komitesi, Irak’la ilgili yayınladığı raporda, başta CIA olmak üzere istihbarat servislerinin işgale gerekçe olarak gösterdikleri bütün bilgilerin sahte olduğunu açıklamıştı. Ne “kitle imha silahı” vardı ne de “Saddam’ın El Kaide örgütüyle bir ilişkisi” tespit edilmişti. New York Times ve Washington Post gazeteleri bir tür “günah çıkararak” haksız ve adil bir işgale alet olduklarını, resmi kaynaklardan gelen asılsız bilgilerle “kamuoyunu yanılttıklarını itiraf” ettiler, dahası Amerikan Dışişleri Bakanı Colin Paul da yüzü kızarmadan, işgal ettikleri Irak’ın elinde kitle imha silahı olmadığını açıkladı. İşgalde büyük roller oynayan bu gazeteler “Beyaz Saray’dan gelen haberleri birinci sahifeden verirken aksi bilgi ve görüşlere gerektiği gibi yer vermediler. Yanı sıra Washington Post’un Yazı İşleri Kurulu üyelerinden Bob Woodward’un itirafıyla “Çoğunluğun kabul ettiği savaş gerekçelerinin hiç de sağlam olmadığını gösteren bilgilere sahip olduklarını halktan gizlediler”. Döktükleri timsah gözyaşları kimseyi yanıltmasın, kuşkusuz her şey belli bir plan dahilinde yürütüldü, kimse bir başkasına aptalca alet olmadı. Çok daha öncesinden yazılan bir senaryoda herkes kendisine verilen rolü oynadı.

Böyle olmakla beraber George W. Bush 3 Kasım seçimlerini kazandı. 3 Kasım seçimleri, belki de “halk çoğunluğu”nun her zaman doğru karar veremeyeceğinin en iyi göstergelerinden biriydi.  50 milyon insanın ölümüne sebep olan Adolf Hitler de 1933’te önemli bir çoğunluğun oyunu alarak iktidara gelmişti. Aylardır her Allah’ın günü Gazze’de katliam yapan Binyamin Netanyahu da, halkın en az 2/3’nün desteğine sahip bulunuyor. Siyonist kasap olarak ün yapan Ariel Şaron’un da bundan önce İsrail’de önemli bir seçmen desteğine sahipti.

Bu anlatılanlardan neyi anlamak gerekir?

Konu demokrasi teorisiyle yakından ilgilidir. Devletlerin işbirliği halinde olduğu medyanın etkisinden uzak düşünebilen yorumcular, hemen hemen her zaman Amerikan halkının doğru, kendisi ve dünya için “iyi bir seçim” yapamayacak ölçülerde “entelektüel birikimden yoksun” olduğunu söylüyorlar. Bazı Amerikalılar, bunu tarihlerinin en vahim ve kritik noktası olarak görüyorlar ki, koca bir imparatorluğunun sonunu getirecek olan, karar vericilerin geniş halk kitlelerinin desteğinde  kendilerine hasım ilan ettikleri kitleleri katliamlarla ortadan kaldırmalarıdır.

Yaşanan olaylar ve olgularda temel bir değişiklik olmayacak, karar vericiler –ki bunlar siyasi, askeri ve ekonomik zümrelerdir- mevcut tutumda ısrar edecek olursa -ki öyle görünüyor-, çok daha vahim katliamlar yaşanacak, bu trajedi zincirine sadece Filistinliler değil, diğer İslam ülkeleri de buna eklenecektir. Bu demektir ki, çok daha büyük bir felakete doğru sürükleniyoruz ve mevcut durumda ABD’yi ve onunla birlikte hareket eden Avrupa’yı -özellikle İngiltere, Fransa ve Almanya-durduracak bir güç görünmüyor. En son 12 gün süren İraİsrail savaşı İslam aleminin bu haliyle kitlesel katliamlara ne kadar açık olduğunu bir kere daha göstermiş oldu.

Bilinmesi gereken hakikat şu ki, Amerika ve batının nereye varmak istediği bilinen ve bilir bilmez her önüne gelenin televizyon ekranlarında konuştuğu stratejik hesapların ötesinde bir anlama ve maksada sahip. Çoğu kimse bu gerçeği ya bilmiyor, ya görmezden geliyor. “Görmezden geliyor”, çünkü sahiden işgal ve katliamın gerçek sebepleri itiraf edilecek olsa, bugünlere rahmet okutacak çok daha vahim zamanların eşiğinde olduğumuz da kabul edilmiş olacak, bu da “şimdilik bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diyen veya Amerika ve İsrail’la açık veya gizli işbirliği halinde olan ülkelerin temel bir politika değişikliğine gitmelerini gerektirecek. Açık olan şu ki, işgalin gerçek sebepleri petrol, dikta rejiminin yıkılması, İslam dünyasına özgürlük veya demokrasi getirmek filan değildir. Bir suikasta kurban giden Başkan Kennedy’e danışmanlık yapan dünyaca ünlü filozof John Naisbitt, mesela Baba Bush’un Körfez Savaşını “petrol için yapmadığını” söylüyor. Naisbitt’e göre “Bush köktenci bir Hıristiyan ve onun dini inançları çok kuvvetlidir. İki kere “Haçlı savaşından bahsederken bunu gelişi güzel veya asıl anlamı dışında başka bir maksatla kullanmadı. Tanrı’nın kendisine böyle yapmasını emrettiğine inanıyor.”

Doktriner seküler aktörlerin bu inancı hangi ölçülerde ciddiye aldıkları ayrı bir konu, bu önemli de değil. Reagen, George Bush, Trump ve benzerleri sahiden bir “misyon” üstlendiklerine inanıyor veya böylesi bir misyona inandırılıyorlar. Bütün bu olup bitenlerden son derece memnun görünen İsrail, söz konusu inancın diri tutulması için elinden geleni yapıyor. Çünkü Şaron veya Netanyahu’nun İsrail’i –ki İsrail Şaron ve Netanyahular için münbit bir yer-, Amerika’yı ancak kendilerine benzettikçe yayılma stratejilerini gerçekleştirebileceklerini iyi biliyorlar.

Hatırlanacağı üzere, 2003’te Irak’ı işgal eden Amerikan askerlerinin Felluce’ye girmeden önce Roma gladyatörleri gibi müsamereler yapmaları ilginçti. Tankların üzerine haç asıyorlar, Müslümanların kutsalını nefretle ve saygısızca çiğniyorlardı. Kuşkusuz ne bütün Hıristiyanlar ve Hıristiyanlık, Bush ve modern Moğol askerlerinin yaptıklarından sorumludur ne de böcek ezer gibi Müslüman öldüren askerlerin büyük bir bölümü Hıristiyanlığa içten bağlı kimselerdir. Bu olayda “dini semboller” rol oynuyor, ama söz konusu olan “hasta bir kültür”ün tezahürlerinden başkası değildir. “Medeniyetler çatışması”, Müslümanların toprakları üzerinde onların kutsallarını ve namuslarını kirleten bu “hasta kültür” zemininde yürütülüyor. Savaşın din merkezli ve semboller seviyesinde yürütülmesinin politik ve askeri getirileri var.

Kaynak: mirat haber

 

II

(Fetva veya içtihat gerektiren konu)

7 Ekim 2023’ten beri batının mutlak desteğinde katliam yapan İsrail’in işgal ve savaşın askeri, politik ve stratejik yönleri önemli ama bu konumuz açısından ayrı bir bahis. İşgal sırasında kullanılan yöntemlere bakmak lazım.

Denir ki, Hz. Ali (r.a.), savaşta bir müşriki yatırmış tam boynuna kılıcı indirecekken, adam, öfkeyle mübarek yüzüne tükürür. Hz. Ali, birden durur ve kısa bir duraklamadan sonra, adamı öldürmekten vazgeçer. Hayretler içinde kalan müşrik sorar: “Niye beni öldürmedin?” Her hareketi “takva” üzere olan Hz. Ali cevap verir: “Seni savaşta olduğumuz için öldürecektim. Yüzüme tükürünce nefsim harekete geçti ve seni kendisi için öldürmemi emretti. Onunla mücadele ettim ve seni öldürmekten vazgeçtim. Eğer seni nefsim için öldürecek olsaydım, katil olurdum.”

Bu müthiş nefs muhasebesinin eseri yüksek bilinç karşısında müşrik kelime-i şehadeti getirir, Müslüman olur.

Peygamberimiz (s.a) savaşta da olsa “düşman askerlerine veya cesetlerine müsle (işkence, kötü muamele) yapılmayacağı”nı buyurur, bu amir bir hükümdür, aksini yapan mücrim olur. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, din adamları, ibadethaneler savaşın dışındadır. Fiilen savaşa katılmayan sivil insanlar da hedef değildir. Bunun yanında yaralılara kötü muamele yapılmaz, tedavilerine engel olunmaz. Amerikalılar Afganistan’da ambulansları vurdular, İsrail Gazze’de 35 hastaneyi enkaza çevirdi. Savaş ortamında geçerli kurallar, muharebe meydanı ve zamanıyla sınırlıdır. Savaş bitince diğer genel geçer kurallar devreye girer.

Steven Runcıman anlatır: “Kudüs’e giren Selaheddin Eyyubi, Franklar’a gayet adil davrandı. Onların 88 yıl önce kurbanların kanı içinde yüzmüş oldukları yerlerde ne bir bina yağma edildi, ne bir insana sataşıldı. Selahaddin’in emriyle askerler Hıristiyanlara karşı bir taşkınlık yapılmasın diye devriye gezdi. Patrik Heraclius’un isteğiyl 700 esir serbest bırakıldı. Sonra bütün yaşlı ve kadınlar serbest bırakıldı. Kadınlar ağlaşınca Selaheddin, Hıristiyan esir erkekleri de saldı., dul ve yetimlere mevkilerine göre tahsisatlar ayırdı. Onun bu tutumu, ilk haçlı seferine katılan Hıristiyan galiplerin kötülükleri ile garip bir tezat teşkil etti (Steven Runcıman, Haçlı Seferleri Tarihi, Çev. Fikret Işıltan, TTK, Ankara, 1987,  C. ll, s. 390-391).

Malazgirt Meydan muharebesinin muzaffer komutanı Alp Arslan’ın, yendiği Bizans İmparatoru Romanos Diyojen’e karşı tutumu ünlüdür: “Alp Arslan, imparatora çok alicenap davrandı ve ‘-Müteessir olmayınız, insanların maceraları böyledir. Size esir değil büyük bir hükümdar muamelesi yapacağım. Ona özel bir çadır kurdurdu, hizmetçiler verdi ve onu şerefli bir misafir gibi ağırladı” (Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, 2. Bsk., İstanbul, 1969, s. 140).

Çanakkele’ye gelip bağımsızlığımıza kasteden Anzaklar’ın hala hayatlarını kaybettikleri yerde mezarları var. Her sene torunları gelip mezarlarını ziyaret ediyorlar.

İsrail’in esir tuttuğu Filistinlilere uyguladığı kötü muamele ile, Hamas’ın İsrailli esirlere gösterdiği muamelenin küçük bir mukayesesi iki din müntesibinin savaş kültürleri konusundaki farklı tutumları hakkında bize yeterince bilgi vermeye yeter.

Bu örneklerin sayısını arttırmak mümkün. İslam tarihinde savaşın bağlı olduğu hukuk ve ahlak prensipleri asli, bu prensipleri ihlal eden vak’alar istisnadır. Elbette hukuk ihlali olmuş, tarihimizde de kötü, utanç verici olaylar yaşanmıştır. Ama bunlar hem bir hukuk ve ahlak ihlali kabul edilmiştir, hem de “istisna kaideyi bozmaz” fehvasınca ihlaller “istisnai hadiseler” sınıfında kalmıştır.

İsrail hapishanelerinde olanların benzeri Ebu Gureyb Cezaevinde ve Guantamona’da Amerikalılar tarafından yapılmıştı. Hepsinde açıkça insanlık suçu işlenmişti, İngilizler en azgın eşcinsel askerlerini Iraklı esirlerin üzerine saldılar, üstüste yığgılmış cesetlerin fotoğrafları dünyaya servis edildi. Şimdi Amerikan kuvvetlerinin Irak’ta yaptıklarının aynısı İsraillilerin yaptıklarıyla mahiyetçe aynı: Amerikalılar Irak’ta tarihi ve dini mekanları vandallar gibi yerle bir ettiler. Camileri, okulları, hastaneleri basıp yaralıları, Allah’ın evinde namaz kılan savunmasız cemaati öldüdüler. Ebu Hanife’nin Camii delik deşik oldu. Yüz milyonlarca Sünni’nin yüreğini paramparça ettiler. Hele yerde yatan ve can havliyle debelenmekte olan bir yaralıyı öldürmek hangi vicdanın eseri? Ya öldürülmüş bir Filistinli’nin cesedini çırılçıplak soyup ortalıklarda gezdirmek hangi ruh halinin tezahürü?

Bu nasıl bir husumet, bu nasıl bir nefret, bu nasıl bir savaş ahlakı? Bir savaşı cinayetten ayıran,

a) Savaşın gerekçesi,

b) Savaşta kullanılan güç oranı ve

c) Savaşın yürütülüş biçimidir.

Bugün İslam alemi meşru ve haklı olmayan gerekçelerle/bahanelerle işgal ediliyor; İşgalciler, bildiğimiz ve bilemediğimiz silahlar dahil aşırı güç kullanıyor ve acımasızca sivilleri öldürüyorlar.

Kelam ve fıkıh açısından üzerinde yoğunlaşmamız gereken konu şudur: İslam aleminin önünde örgütlü, organize bir düşman var. Bu düşman kitle imha silahı kullanıyor, sivilleri öldürüyor, yerleşim birimlerini enkaza çeviriyor.

Böyle bir durumda Müslümanların kitle imha silahı kullanmaları caiz mi, değil mi?

Caiz ise neye göre caiz, değilse neye göre caiz değildir?

 

Kaynak: mirat haber

 

*)Haber Duruş

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR