Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ali BULAÇ


Peygamberliğin inkârı ve “kadın peygamberler” meselesi

Ali Bulaç'ın "yeni" yazısı...


Bu yazıda Nübuvveti inkar edenler ile tarihte yüce Allah’ın “kadın peygamberler” de gönderdiğine dair öne sürülen iki iddia üzerinde durmaya çalışacağız. Önce iki konuyla ilgili ayetlere dikkatlice bakalım:

Biz Kitab’ı üzerine yazılı bir kâğıtta göndersek ve onlar elleriyle dokunsalar bile, inkâr edenler (yine de) mutlaka: “Bu apaçık bir büyüden başkası değildir” derler. Ve derler ki: “Ona bir melek indirilmeli değil miydi?” Eğer bir melek indirilseydi, elbette iş bitirilmiş olurdu da sonra kendilerine göz açtırılmazdı. Onu (peygamberi) eğer bir melek kılsaydık, elbette erkek (suretinde bir melek) kılardık ve mutlaka katmakta oldukları (şüpheleri) yine katardık. Andolsun, senden önceki elçiler de alaya alındı da alaya aldıkları şey, onlardan maskaralık yapanları çepeçevre kuşatıverdi.” (6/En’am, 7-10)

Kur’an-ı Kerim birçok yerinde belirtildiği üzere insanları hak ve hakikat karşısında inkârcı tutum takınmaya sevkeden iki sebebe işaret edilir: Biri nefsin tutkularına kapılıp dünyaya aşırı bağlılık (bunun diğer ifadesi ahiretin tamamen unutulması sonucunda dünyaya bağımlılıktır), diğeri bir takım sınanmamış bilgi ve kanaatlerle oluşan köklü önyargılar. Bu ahlaki ve zihni iki hastalığa yakalanmış insanların inanmaları ve hak ile hakikate saygı göstermeleri hayli zordur. Sorun kendilerine sunulan hak ve hakikatte değil, kendi tutkuları ve önyargılarından kaynaklanmaktadır.

İşte böyleleri, aslında kendi tutku ve önyargılarından kurtulmayı başaramadıklarından vahiy gerçeğini reddetmektedirler. Peygamberlere vahiy gelmediğini söylerler, vahyin gelişini imkânsız görürler. Bu kuru bir rettir. Onlara vahiy bilgileri ve haberler gökyüzünden somut-maddi bir kitap veya sahife (kırtas) şeklinde indirilse, kitaba elleriyle dokunsalar bile inkarlarına devam edip bunun bir illüzyon, ustaca kurgulanmış bir büyü, yanıltıcı bir numara veya bir yanıltma enstrümanı olduğunu öne sürecekler. (51/Zariyat, 52).

Kur’an’da esasında bu türden taleplerin geldiği de belirtilmektedir (Bkz. 17/İsra, 90-93 ve 74/Müddessir, 52). Dahası, onları inanmadıkları gayb âlemine götüren semada bir kapı açılacak olsa yine “Gözlerimiz döndürülmüş olmalı, belki büyülenmişiz” (15/Hicir, 15) deyip başka bahaneler uyduracaklardır. Sonuç itibariyle bunların tümü birer bahanedir, tek bir defada kitap indirilip ellerine tutuşturulacak olsa dahi, onlar inkârlarının esiri olmaya devam edecekler, tutkularına ve önyargılarına karşı özgürleşmeyi başaramayacaklardır.

  1. ayette dikkatten kaçmaması gereken bir nokta var: “Biz Kitab’ı üzerine yazılı bir kâğıtta göndersek ve onlar elleriyle dokunsalar bile, inkâr edenler, mutlaka: ‘Bu apaçık bir büyüden başkası değildir’ derler.” Peygamberlere vahiy kağıtlara yazılı nesneler şeklinde gelmez. Vahiy meleği elçinin kalbine ilka eder, elçi kalbine ilka olunan manayı ona ilka edildiği lafız kalıplarıyla fehmeder, hıfzeder ve sonra muhataplara aktarır. Bu durumda peygamberlere indirilen “kitaplar” ve “sahifeler” birer nesne değil lafız kalıbında manalar bütünüdür. Kur’an’ın inişi de bu şekilde vuku bulmuş, Hz. Peygamber (s.a.)’in irtihalinden sonra bir mushafta toplanmış yani somut/maddi kitap halini almıştır.

Vahiy gerçeğini reddedenlerin öne çıkardıkları bir başka itiraz gerekçesi şu: “Derler ki: “Ona bir melek indirilmeli değil miydi?” Bu da diğerleri gibi özünde samimiyetsizliği ifade eder, dahası hamakat ve derin bir cehalete de işaret eder. Zira yeryüzü gezegeninde yaşayan bizler “insan türü”yüz (ins). Ontolojik yapımız, manevi ve maddi cevherimiz bize özgüdür. İnsan insanla, melek melekle birlikte olur. Eğer yeryüzünde bizim türümüz değil de, “melek türü (melekî varlıklar)” yaşıyor olsaydı, tabii ki Allah’tan mesajı onlara doğrudan seçilmiş bir melek tebliğ eder, anlatır ve hidayetin yolunu gösterirdi (Bkz. 17/İsra, 95). Bu durumda, insana “gökler âleminden, gaypten veya erişilmez katlardan mesaj gelecekse” melek olması gerekçesi temelsizdir, çünkü bu varsayıma göre melek daha güçlü, hareket kabiliyeti daha yüksek, kolaylıkla yücelere erişebilir, bilgi kaynaklarına ulaşabilir insan üstü varlıktır.

Nübüvvet gerçeğine bu argümanları öne sürerek itiraz edenler yanılmaktadırlar. Her ne kadar insana göre hayli yüksek yeti ve güçleri varsa da, hakikatte melekler özgür varlıklar değildir, akıl ve yüksek düzeyde zekaları olmasına rağmen irade sahibi insanlar gibi seçimde bulunamazlar; kendilerine buyrulan emri veya talimatı yerine getirmekle yükümlüdürler. İyilik ve kötülük, hak ile batıl, güzellik ile çirkinlik, adalet ile zulüm, faydalı olan ile zararlı olan arasında seçimi sadece insan yapar. Bu onun ahlaki yetkinliğe erişmesinin icabıdır. İnsanları melek gibi tasarlayanlar aslında insanı beşeri/insani hasletlerinden soyutlayıp onu robot gibi düşünenlerdir. İnsan robot olmadığından iyilik ve kötülük arasındaki seçimde iradi rol oynayabilmekte, bu sayede dünyada ve ahrette mutlu ve mutsuz hayat sahibi olabilmektedir.

Mekke müşrikleri “melek” şartını öne sürerlerken, zaten vahyi peygambere vahiy meleğinin getirdiğini göz ardı ederlerdi, belki de bundan kasıtları meleğin kendisini çıplak gözle görme istekleriydi ki, bu onların birer pozitivist olduğunu gösteriyordu. İnsanın nurani bir varlık olan meleği görmesi, duyularıyla algılaması mümkün değildir. Seçilmiş elçilerin meleği görmeleri istisnai bir durumdur, onlara bu kabiliyeti veren yüce Allah’tır ve ayrıca bu görme biçimini kazanabilmeleri için uzun ve esaslı bir eğitim ve terbiye sürecinden geçirilmişlerdir.

Kaldı ki onlara elçinin doğrudan bir meleğin gönderilmesi hiç de hayırlarına değildir. Sûrenin 111. ayetinde işaret edildiği üzere, inkarcılara melek de gönderilse, ölüler dirilip de konuşsa, onlar yine inkârlarında diretmeye devam edecekler. Nitekim mucizevi bir fiil olarak Hz. İsa, ölüyü diriltti (3/Al-i İmran, 48-49) ama yine de inkarlarında muannit kimseler hidayete ermedi. Şu halde meleğin gelmesi onların iman etmelerinin teminatı olmaz, aksine sonlarını getirir, peygamberlerin mucize göstermesi rde hidayete sebep teşkil etmez, Hz. Musa, muazzam dokuz mucize gösterdi (tufan, çekirge, haşere, kurbağa, kan, âsânın yılana dönüşmesi, elinin beyazlaması, âsânın sihirbazların yaptıklarını yutması ve denizin yarılması), Firavun’a ve kavmine fayda sağlamaya yetmedi. Daha ilginç olanı mucizeyi seyredeni bırakın bir kenara, mucizeyi yaşayanlar, tercüme edenler dahi inkar edecek olurlarsa, inkarlarında ısrar ve inat ederler. İsrailoğulları Kızıldeniz’den geçerek bizzat kendileri mucizeyi tecrübe etmiş, yaşamışlardı, yine inkârlarına devam ettiler, azgınlıklarına halen devam etmektedirler..

Meleğin kendini fizyolojik olarak göstermesi neden inkarcıları yollarından çevirmez? Çünkü iman bambaşka bir olaydır, kalbin reformudur, kalbte değişim (inkılab) olmadıkça harici olağanüstü hadiselerin faydası olmaz.

Şu halde meleğin kendini apaçık görünür kılsa bile, inkarcılar inanmayacaklarsa son söz söylenmiş, iş bitmiş, hüküm verilmiş demektir, başlarına gelecek olan büyük bir azap, yok olup gitme türünden büyük bir ceza olur. Belki de meleğin inmesi kıyametin gelişinin son aşaması olur.

Sorun kendi iç dünyalarında başlayıp bitiyor. Sorunun temelinde akıllarını yeterince işletmemeleri, tutkularının ve yanlış yargılarının esiri olarak yaşamalarıdır. Diğer açıdan, apaçık bir meleği görüp inanmak, maksada uygun değildir, önemli olan mucizelere bakıp fikir değiştirmek değil, vicdan yani temiz fıtrat ve selim akılla hareket edip hak ve hakikate teslimiyet göstermektir. Hz. Peygamber (s.a.)’e inananlar, mucizelere bakmadılar; onun doğruluğu, hakkaniyeti, adaleti, yoksullara yardım etmeyi, ezilenlerin yanında yer almayı, yüksek ahlaki hayatı her şeyin üstünde tutmayı öneren ve emreden ilahi tebliğe bakıp inandılar. Çünkü vicdanları, fıtratları ve akılları onlara bunu emrediyordu. İlk vahiy aldığını söylediğinde Hz. Hatice (r.a) “Sen peygambersin, çünkü yalan söylemezsin, yoksulları gözetir, yetimleri korursun” demişti.

Varlık yapıları (ontolojik mahiyetleri) itibariyle insanlar ve melekler birbirlerinden tamamen farklıdırlar. Böyle olunca, eğer mesajı melek getirecek olsaydı yine “erkek sûretinde” gelecekti. Burada “erkek-melek” ibaresi, meleklerin sahiden cinsiyetlerini belirtmek için değildir. İki sebebi olabileceği düşünülebilir:

İlki, melek “insan suretinde gelecekti”, çünkü onu kendi –melekî- varlığıyla algılamak mümkün değildir. Nitekim sağ ve sol omuzlarımız üzerinde yapıp ettiklerimizi kaydeden melekler vardır, belki bütün vücut organlarımızı hareket ettirenler meleklerden başkası değildir; bizim melekelerimiz meleklerin fiilleridir ama biz hiçbirini çıplak gözle göremiyoruz.

İkincisi geleneksel bakış açısı “kızları ve kadınları” horgörür, ciddiye almaz, kendilerine “erkek çocukları” ayırırken, “melekleri kız çocukları” diye Allah’a nispet ederlerdi (52/Tur, 39). Melek gelseydi “erkek-insan” suretinde gelirdi ki, bu yine hoşlarına gitmeyecekti. Bu da, onların daha çok şüphe, tartışma ve tereddüde düşmelerine yol açacaktı. Belki de, şimdi kendileri gibi bir beşer olan peygambere “Niçin melek değildir?” diye itiraz ettikleri gibi, o zaman melek-elçiye de “Niçin bizim gibi insan değildir?” diye itiraz edecek, şüphe ve tereddütleri artarak devam edecekti. (25/Furkan, 7, 21).

Hayır, onlara gelen, içlerinden çıkmış, kendileri gibi olan bir beşerdir; yer, içer, pazarlarda gezinir, hastalanır, tabiatın şartlarından etkilenir. Onun diğer insanlardan farkı yüce Allah tarafından seçilip kendisine vahiy indirilmiş olmasıdır. (Bkz. 18/Kehf, 10, 41/Fussilet, 6). Varsayalım ki gelen gibi “melek” dahi gelecek olsaydı “recul” olurdu ki, bu beşer-adam” demek olup tağlib kaidesince erkeği ve kadını da ifade eder.

Bu arada son zamanlarda Allah’ın tarihte “kadın peygamberler” gönderdiğine dair sözde bilimsel veriler ışığında öne sürülen bir iddia var, bunun üzerinde kısaca durmak icap ederse, söz konusu iddianın dayanağını teşkil eden üç argüman da temelsizdir. Şöyle ki:

İlk argümana göre ayette geçen “recul” kelimesi her ne kadar erkek/adam anlamında kullanılıyorsa da, kelime manası iki ayak demektir. “Recul”a karşılık erkek veya adam manası ıstılahidir, örfte yerleşmiş yaygın kavramdır. Kelimeyi iştikakına yani ayağa/iki ayağa irca edenler, kadın da erkek gibi “iki ayak”lı ve “iki ayak” üzerinde yürüdüğüne göre, kadın peygamber gelmiş olması da mümkündür, hükmünü çıkarmaktadırlar.

Bu argüman tamamen temelsizdir zira işitkak Kur’an’ın kavramsallaştırdığı kelimenin kavramsal kullanımını, yaygın manasının önüne geçemez, sadece kavramın anlaşılması için yardımcı vazife görür. Eğer kavramları, özellikle anahtar terimleri kökenlerine irce aderek yeniden anlamlandırmaya başlarsak, dilin tamamı, semantiği altüst olur; Kuran, hatta şiir edebi metinler hakiki mesajlarını kaybeder. Şura’dan gelme istişare dendiğinde akla gelen, bir topluluğun kendi aralarında müzakere ederek en doğru karara varması demektir, şura kavramını iştikakına irca edecek olursak, artık anlamamız gerekecek olan “arının çiçeklerden öz toplayıp bal yapması” fiili olacaktır.

İkinci argüman ise, yüce Allah’ın Hz. Musa’nın annesine (28/Kasas, 7) ve Hz. Meryem’e vahiy göndermiş olmasıdır (19/Meryem, 16-20). Allah’ın, her iki kadına vahiy gönderdiği, birini yönlendirdiği, diğerini yaşadığı olağanüstü/sıra dışı olay karşısında paniğe kapılmışken teskin ettiği doğrudur. Lakin yüce Allah, bununla iki kadını kendisine elçi seçmiş değildir.

Peygamberliğin iki önemli misyonu var: Biri peygamber (Nebi-Resul) seçilmiş bir zatın vahiyle gelen mesajı, bilgi, haber ve hükümleri tebliğ etmek; diğeri tebliğ ettiği şeraiatı kendi hayatına tatbik etmek suretiyle muhataplara rol model teşkil etmek.

Hz. Musa’nın annesi ve Hz. Meryem’in söz konusu misyonları üstlendiklerine dair elimizde en ufak bir bilgi kırıntısı yok. Binaenaleyh “kadın peygamber” iddiasını ciddiye almak gerekmez.

Üçüncü argüman ise vahiy meleğinin sadece peygamberlere geldiğine dair iddiadır ki, bu da yanlıştır. Çünkü vahiy Meleği Cibril aleyhisselam görevli elçilere kitap, sahife veya şeriat getirmiş ama yukarıda belirttiğimiz üzere Hz. Musa’nın annesini çocuğunu bir sandığı koyup Nil nehrine bıraksın diye yönlendirmek, Hz. Meryem’e de Hz. İsa’nın olağanüstü/sıradışı doğumunu insanlar görsün diye yaşadığı tecrübe dolayısıyla paniğe kapılmamasını öğütlemekle yetinmiştir. Ne Tevrat veya kadim anlatılar Musa’nın annesinin çevresine yeni bir dinin mesajını tebliğ ettiğini, ne İnciller veya başka kaynaklar Hz. Meryem’in Nebevi tebliğde bulunduğunu kaydetmiş değildir.

Nübuvvetin inkârı konusuna dönecek olursak, inkârlarında diretenler, saçma gerekçeler öne sürmek veya ahmakça ve cahilce taleplerde bulunmak suretiyle –akılları sıra- risaleti alaya alıyor, İslam’ın mesajını veya başlarına gelecek feci akıbeti umursamadıklarını anlatmaya çalışıyorlar. Buna üzülmeye değmez. Geçmişte de peygamberler benzer durumlarla karşılamıştı. Bunların yaptığı ilk değildir, yeni de değildir.  Bu onların başlarına büyük bir azabın geleceğini göstermektedir. Peygamber ve Allah’tan indirilen kitap onları neden sakındırıyorlarsa, eğer sakınmayacak olurlarsa başlarına büyük musibet gelecek, dünyevi ve uhrevi her ne ile tehdit edilmişlerse mutlaka başlarına gelecektir. Eninde sonunda kurdukları komplo ve tuzaklar ayaklarına dolanır, yapıp ettikleri kötülüklerin acısını tadarlar (35/Fatır, 43). Böyleleri hem acıklı azaba uğrarlar, hem maskaraya dönüp gülünç duruma düşerler.

 

Kaynak turkishpost.net

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR