Olgunun kendiliğinden varlığı, insana bir şeyler fısıldar. Ancak, bizim anladığımız ve dile döktüğümüz gerçeklik, acaba bize aynı hakikati mi söyler?
Bu noktada şu soru kendiliğinden belirir: Gerçek ve hakiki olan nedir?
Bu meseleyi dört durum üzerinden açıklamak mümkündür:
1. Olgu doğru, anlatım çelişik.
2. Olgu doğru, anlatım benzerlik taşır.
3. Olgu doğru, anlatım eksiktir.
4. Olgu yanlış, anlatım da yanlıştır.
Birinci durum, kişinin olguyu manipüle etmek, hakikati kendi çıkarına bükmek istediğini gösterir.
Yalana meyilli bir kalp, doğrudan uzak bir akıl, kıskançlıkla yoğrulmuş bir benlik; hakikati eğip bükmeye, olayların akışını kendi lehine çevirmeye yönelir. Bu tavır, şeytanın tavrıdır. O, hakikate şahitlik etmiş; fakat şahit olduğu gerçeği kendi diliyle eğip bükerek, kendi gerçekliğine uygun biçimde anlatmıştır.
İkinci durum, hakikate şahit olmanın sorumluluğunu taşıyan kişinin hâlidir.
Kişi, gördüğü ve anladığı kadarıyla gerçeği aktarmaya gayret eder. Hiçbir anlatım, öznel yorumdan tamamen arınmış değildir. Ancak dilin söylediği ile olgunun kendisi, insan zihninde aynı anlamı uyandırıyorsa; orada bir doğruluk vardır. Peygamberlerin ve salihlerin dili böyledir. Dürüstlük, emin olmanın ön şartıdır.
Üçüncü durum, hakikate şahit olan kişinin, aynı ölçüde anlatım gücüne sahip olmamasıdır.
Buradaki eksiklik, insan olmanın doğasından gelir. Bilgi, bilinç ya da farkındalık eksikliği, anlatımda kusura sebep olur. Kişi olaya şahit olur; fakat şahit olduğu hakikatin derinliğini tam idrak edemediğinden, aktardığı şey eksik kalır. Oysa anlatmak, çoğu zaman anlamanın bir parçasıdır.
Dördüncü durum ise, hakikatle dertlenmeyenlerin hâlidir.
Bu, gerçeğe düşmanlık eden, karanlığa âşık olan ruhların hâlidir. Güneşle kavgalı olan, ışığın temas ettiği her noktada rahatsızlık duyar. Ürettiği ve tükettiği boş, anlamsız sözler; insanı yoran bir gürültüye dönüşür. Böyle birine söylenecek doğru sözün bir kıymeti yoktur. Zira o, yalnızca kendi iç sesine, kendi çıkarına kulak verir. Olgu ve anlatım onun için ancak işe yaradığı sürece anlam taşır.
İslam, insana bakan hakikatin yeryüzündeki yansımasıdır. Doğruluk, dürüstlük ve erdem üzerinden insana seslenir. Kişinin “evet” deyişi, sadece varlığına değil; varlığında şekillenen şahsiyetine de bir onaydır. Ancak bu onay, fıtratın özü olan doğruluk, iyilik ve hakikat zemininde mümkündür. İslam, anlatım biçiminde nezaket, ölçü ve sadeliğe önem verir. Şahitliği doğru yapmayı, anlatımda dürüstlüğü esas alır.
Zira olgunun insana anlattığı kendi gerçekliğinden başka bir gerçeklik daha vardır; ya bizi aşar ya da henüz idrakimiz dışında kalır.
Bize düşen, bilgi ve şahitliğimiz ölçüsünde hakikatin hakkını vermektir. Çünkü niyetle söylenen her söz, insanı bağlar. Ve sözün de, olgunun da hakkını vermek; insanın kendi varlığına karşı ettiği bir duadır.

