Mümtaz’er Türköne’nin bizi davet ettiği tartışmaya/müzakereye (1) Kadir Canatan önemli iki yazı ile katıldı. Daha önce de Diyanetin “İslam’da kilise yaratma” projesi olduğuna dair yazmıştı (2). İkinci yazıda “şeriat” konusunu adeta bir ansiklopedi maddesi modunda yazdı, gayet açıklayıcı, bilgilendirici bir yazı oldu (3). Mümtaz’er Türköne, son yazısında ise soruyor: Laikliğin koruduğu “temel haklar ve özgürlükler” Şeriat tarafından korunur mu?”(4). Taliban örneği ve tarihsel tecrübe ile günümüz İslam dünyasında “dinin nasıl iktidarlar tarafından bir meşruiyet aracı olarak kullanıldığını, siyasette istismar edildiğini” somut örnekler eşliğinde sıraladıktan sonra, sözü laiklikten başka bir çıkış yolu gözükmediğine getiriyor.
Kadir Canatan ise 3 Ekim tarihli yazısında Türköne’nin “Muhammed İkbal’in gördüğü serabı” gördüğünü yazdı (5). İki değerli dost, aslında varolan ikilemi dile getirmiş oldular. Tartışmaya çağırılan olarak ben de görüşlerimi yazacağım inşaallah.
Belirtmek gerekir ki Türköne sorusunda, Canatan cevabında haklıdır.
Bu hüküm cümlesinde idare-i maslahatçı bir tutum içinde olduğum sonucu çıkarılmasın. Bundan sonra ele alacağım “irtidat ve mürted” yazısında da göreceğimiz gibi, fıkıh kitaplarında yer alan hükümlere göre meşru otoriteye silahlı ayaklanmada bulunmamış olsa bile, bireysel çerçevede din değiştiren kişiler öldürülür, tevbeye davet edildiği halde namaz kılmayana müebbed hapis cezası verilir. Fıkıh kitaplarında bu hükümlerin lafzen yer alması bile derin bir kaygı ve korku uyandırmaya yeter. Ocak-2021’de yapılan bir anket araştırmasına göre Türkiye’de düzenli beş vakit namazı kılanların oranı yüzde 24.4, hiç kılmayanların oranı yüzde 38 idi. Sünni üç mezhebe göre (Şafii, Hanbeli, Maliki) namaz kılmayan belli sürede uyarıldıktan sonra kılmamakta diretirse öldürülür, Hanefi fıkhına göre ise öldürülmez, müebbet hapse mahkum olur.(6)
İlerleyen yazılarda korku unsuru olmaya aday başka hükümlere de değineceğiz. Ancak sadece Şeriat’ı fıkıh kitaplarındaki içtihatlardan ve fetvalardan ibaret zanneden laikler korkmuyor, geçen yüzyılın jakoben laikliğinin derin acısını, baskısını yaşamış dindarlar da laiklerden ve laiklikten korkuyor. Tek parti dönemi, çok partili dönemde dindarların tepesi üzerinde Demoklis’in kılcı gibi duran 163 ve 28 Şubat uygulamaları, söz konusu korkunun hiç de “yersiz/fobi” olmadığını gösteriyor. Kısaca iki tarafta haklı sebeplere dayalı korkular, en azından kaygılar söz konusu.
Bizim gerçekten ciddi, serin kanlı, çok yönlü ve birbirimizi doğur tanımaya ve anlamaya (tearuf) ihtiyacımız var. Tearuf ve müzakerenin vuzuha kavuşması için ele alacağımız konulara hangi perspektiften baktığımızı ortaya koyma mecburiyetindeyiz. En azından ben kendi adıma müzakerede takip edeceğim usulü belirtme lüzumunu duyuyorum.
Bu sahada biri diğeriyle bazan çatışan, bazan örtüşen –ama çoğunlukla çatışan- üç ana paradigmadan söz etmek mümkün: Din, gelenek ve modernite. Üç paradigmanın da bilgi ve felsefi/kelami beslenme kaynakları farklıdır. Din, mahiyeti itibariyle vahiy; gelenek mahiyeti itibariyle toplumsal teamüller/kültür; modernite ise mahiyeti itibariyle aklın rehberliğinde tabiattan elde edilen bilgiye göre yeni bir insan, yeni bir toplum ve yeni bir evren yaratma projesidir.
Bu üç paradigma nasıl örtüşür derseniz, din vahyi safiyetini (Kur’an ve sahih sünnet), gelenek adet ve göreneklerin üstünde örfî (ma’ruf) karakterini, modernite de tutkuların ve önyargıların denetiminden kurtulmuş selim akıl ile temiz fıtrat (vicdan) mertebesinde iş gördüğünde her üçü, yani din, gelenek ve modernite örtüşür; buna mukabil dini tefsirler ve içtihatlar mutlaklaştırıldığında din taşlaşır, kaskatı taassuba döner, kullanım tarihi çoktan geçmiş ilaç gibi tedavi edeceğine zehirler. Örf dinin ve aklın kritiğinden kurtulup gelenekçiliğe, içi boşalmış görenek ve adetlere, acımasız törelere dönüştüğünde beşeri/toplumsal hayatı zindana çevirir. Modernitenin en önemli referansı akıl, tutkuların ve önyargıların denetimine girip salt zihni ve politik meşruiyet görevini üstlendiğinde otoriter ve totaliter hayat tarzları ile siyasi rejimlerin fetvacısı olur. Abbasi halifesi Me’mun iktidarında Mutezile’nin aklı “mihne”nin, Aydınlanma’nın aklı da 20 yüzyılda faşizm ve komünizmin gerekçesi ve sebebi oldu.
Din perspektifinden olaylara ve olgulara baktığımızda dünyada sayısız din ve dini inanış var. Sormamız gereken sual şudur: Hangi din?
Suale “İslam” diye cevap verdiğimizde bu sefer şu şekilde sormaya devam ederiz: İslam dininin hangi mezhebine veya ekolüne göre? Bazan bir mezhebin içinde de farklı içtihatlar veya tercihler olabilir. Bunun yanı sıra mistik ve mitolojik sufi tarikat ve cemaat mensuplarının kendi dini anlayış ve pratiklerini mutlaklaştırması variddir. Tasavvufla ilgisi olmadığı halde Sahih’lerde. Sünenlerde veya Müsned’lerde yer alan bir haber-i vahide göre amel eden, şu veya bu ayetin lafzî (literal) manasını esas alıp insanların ölümüne cevaz veren gruplar vardır. İŞİD’e isnad edilen bir fetvaya göre Şiiler ehl-i bid’attır öldürülür, Sufiler müşriktir öldürülür, İŞİD’in nasbettiği halifeye biat etmeyen Sünniler mürteddir öldürülür. Bu bakışla Müslümanlara dahi hayat hakkı tanımayan sadece İŞİD’ciler, Taliban veya selefiler değildir, kendilerinden olmayan müslümanları “kâfir-mürted” ilan edip “Kadınları ve malları bize helaldir” diyecek tarikat ve cemaat mensupları vardır.
Bu durumda biz “Şeriat” genel şemsiyesi altında toplanan fıkhi hüküm ve geleneksel teamül ve kabulleri Kur’an ve Sahih Sünnet perspektifinden geçirmeyip ciddi bir tarih ve fıkıh kritiği yapmayacak olursak, hamuleye mevcut haliyle bakanların endişe etmeleri tabiidir. Susarak, üstünü örterek, Şeriat’ın sahiden korumakla yükümlü olduğu din, can, mal, nesil ve akıl güvenliğini sağlayamayız. Bu beş alanı Münzel Şeriat, din farkı gözetmeksizin teminat altına almayı üstlenir; fıkhi bir kısım fetvalar ise bu hakları müslümana bile tanımaz.
Gelenek referans alındığında can yakıcı sorunlara ilişkin tarihi mirasın kabul ve teamülleri İslam’a fature ediliyor; modernite referans alındığında İslam dini, Hıristiyanlığın teolojisi ve tarihi tecrübesinden hareketle yargılanıyor ya da bazı tarihselcilerin ve rasyonalistlerin yaptığı gibi İslam modern hayata uydurulmaya çalışılıyor. Bu ucuz yaklaşımın popülerlik kazandığını Taliban olayında gördük.
Taliban’ı, İŞİD’i veya tarihsel İslam’ı eleştirenler, eleştirilerini hangi paradigmaya göre yaptıkları belli değil, bir usulleri yok. Asl’a ve usule dayalı olmayan bir çıkarım (istinbat) veya eleştiri bizim bilgi ve fıkıh usulümüz açısından bir değer taşımaz. En azından Kur’an, Sünnet, Şeriat gibi kavramların birbirleriyle olan bağlarına atıf yaptıktan sonra verili olay ve olgulara tatbik edip kritik etmek gerekir; Şeriat’ı ve giderek Kur’an ve Sünnet’i arkaikleştirenler bunu yapmıyor. Sonuç itibariyle “İşte şeriat budur!” diyenler; Taliban, selefi hareketler ve İŞİD gibi gruplara ya da belli bir çürüme içinde olan cemaat ve tarikatlara eleştiri yönelttiklerinde, bize Batı modern hayat tarzı, değerler mecmuası ve Aydınlanma felsefesi dışında bir adres gösteremiyorlar.
Bu ucuz eleştiri ve konformizm sorunu çözmeye yetmez, aksine geleneğin ve ölmüş içtihatların din içinde kendine meşruiyet bulup sorunun kangrenleşmesine yol açar ki, sonuç itibariyle yüceltilen modern akılcılık nasıl faşizm ve komünizmin meşruiyet aracı olduysa, bu yaklaşımla İslam topraklarının emperyalist güçler tarafından işgal edilmesinin, kaynaklarının yağmalanmasının ve yönetimlerin otokratlaşmasının gerekçesi ve sebebi olur.
x
Neredeyse tüm dünyada Taliban veya diğer grup ve akımların Şeriat adına ortaya koydukları pratikler gündemin ilk maddeleri arasında yer almaktadır. Batılı oryantalist bakış açısına sahip modernist veya rasyonalistlerin “İşte şeirat budur!” diye doymaz bir iştahla dile getirdikleri konulara yakından baktığımızda söz konusu suçlama veya eleştirilerin
5) Fotoğrafların yasaklanması, ders kitaplarından görsellerin çıkarılması
10) Muhalif olanların ve rakip mücahitlerin idam edilmesi
11) Resmi dilin Peştuca olması
Allah ömür ve güç verirse bu konuları tek tek ele almaya çalışacağız. Bir sonraki yazımızın konusu Mümtaz’er Türköne’nin ilk başa koyduğu “din ve vicdan özgürlüğü” bağlamında “irtidat ve mürtedlerin hükmü” olsun. (alibulac.net/ 6 Ekim 2021.)
NOTLAR
Kaynak: Farklı Bakış