Toplumların tarihsel sürekliliği, büyük ölçüde sahip oldukları değer sistemleri, inanç yapıları ve kültürel kodların aktarımı ile mümkündür. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hız kazanan modernleşme ve buna paralel gelişen sekülerleşme, yerleşik toplumsal yapıları ciddi şekilde dönüştürmüştür. Buna bir de küreselleşmenin sınır tanımaz etkileri eklendiğinde, bireylerin kimlik arayışları, değer karmaşaları ve anlam boşlukları belirginleşmiştir. Bu bağlamda toplumsal çözülme, yalnızca ekonomik ya da politik sebeplerle değil, değerlerin aşınması ve anlam dünyasının dağılmasıyla da yakından ilişkilidir.
Modernleşme, Batı merkezli bir ilerleme paradigması olarak, bireyi merkezine alan bir yaşam biçimini öngörür. Bu süreçte birey, geleneksel bağlardan ve cemaat yapılarından kopar; akıl, bilim ve bireysel özgürlük kutsanır. Ancak bu kopuş, bireyi köksüzleştirir ve varoluşsal yalnızlıkla karşı karşıya bırakır.
Sekülerleşme, kamusal alanda dinin etkisini azaltma sürecidir. Bu dönüşüm, sadece kurumsal dini değil, aynı zamanda bireylerin gündelik yaşamındaki manevi yönelimi de zayıflatmıştır. Dinin bireysel vicdana indirgenmesi, kolektif değerlerin çözülmesine zemin hazırlamıştır.
Küreselleşme ile birlikte, yerel kültürler, küresel sermayenin ve medya dilinin etkisi altında tek tipleştirilmektedir. Tüketim kültürü, bireysel tatmini yegâne değer haline getirerek, dayanışma ve adalet gibi toplumsal erdemleri gölgede bırakmaktadır.
Kimlik, bir bireyin varoluşunu anlamlandırdığı temel zemindir. Ancak postmodern çağda kimlik, sabit bir yapı olmaktan çıkıp, sürekli inşa edilen, akışkan bir forma dönüşmüştür. Bu durum, bireyin aidiyet duygusunu zayıflatmış ve psikolojik kırılganlıkları artırmıştır.
Toplum, ortak değerler etrafında şekillenir. Ancak modern paradigmanın çözülmesiyle birlikte, toplumu ayakta tutan normatif yapı sarsılmış; bireyler arasında güven duygusu zayıflamıştır. Toplumda "anomi" (normsuzluk) hali egemen olmuştur.
Aile, değerlerin aktarıldığı ilk ve en güçlü kurumdur. Ancak modern yaşamın getirdiği bireysellik, ekonomik baskılar ve medya etkisi, aile yapısını çözmüş; boşanmalar artmış, çocuklar duygusal yalnızlığa itilmiştir.
Eğitim, sadece bilgi aktaran değil, aynı zamanda karakter inşa eden bir süreçtir. Değer temelli eğitim modelleri geliştirilerek, ahlak, sorumluluk, adalet ve merhamet gibi erdemlerin bireylere kazandırılması sağlanmalıdır.
Devlet politikaları, sivil toplum faaliyetleri ve dini kurumlar aracılığıyla aileyi korumaya yönelik programlar hayata geçirilmelidir. Aile içi iletişim, rehberlik ve manevi destek çalışmaları teşvik edilmelidir.
Toplumun yeniden inşasında bireylerin aktif sorumluluk alması gerekir. Mahalle meclisleri, sosyal yardımlaşma ağları, değer odaklı STK’lar yaygınlaştırılmalıdır. Böylece cemaat ruhu yeniden canlandırılabilir.
Bireysel düzlemde kendi iç dünyamızda bir hesaplaşma ve arınma sürecine girmeli, İnanç, ahlak ve düşünce sistemimizi sürekli beslemeli, Sosyal medya ve tüketim kültürünün etkisinden sıyrılarak bilinçli bireyler olmak durumundayız.
Diğer yandan Aile kurumuna sahip çıkmak, gençlerin değer dünyasını desteklemek,
Eğitimciler, kanaat önderleri ve din adamları olarak toplumun bilinçlenmesine öncülük etmek,
İslami ilkelere dayalı ama çağın diliyle konuşan yeni bir medeniyet tasavvuru ortaya koymak için yeni yaklaşımlar ve paradigmalar geliştirmeliyiz.
Modernleşme, sekülerleşme ve küreselleşme gibi süreçler, toplumun temel dinamiklerini dönüştürmekte; değerlerin içini boşaltmakta ve bireyleri anlam krizine sürüklemektedir. Bu noktada hem bireysel hem toplumsal düzlemde köklü bir dönüşüm ihtiyacı vardır. Teorik bilgi birikimiyle saha gözlemlerinin bütünleştirildiği nitelikli çalışmalar, ancak değer merkezli bir bakışla toplumun ıslahına katkı sağlayabilir. Aksi halde değerlerin eridiği bir toplum, kimliksiz ve geleceksiz bir kalabalığa dönüşme riskiyle karşı karşıyadır.
Engin GÜLTEKİN
Eğitimci-Yazar-Sosyolog