Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ali BULAÇ


Modern tasfiye

Ali Bulaç'ın "yeni" yazısı...


19. yüzyılın ilk çeyreğinden başlamak üzere büyük askeri yenilgiler ve toprak kaybından sonra batının mutlak üstünlüğünü kabul ettikten sonra, geriye başka yapacak iş kalmamış gibiydi: Batıyı taklit etmek.

Prensipte “modernleşme ile modernileştirme” farklı içerik ve süreçlere işaret eder. Osmanlı iktidar seçkinleri “modernleşme” itibar etmediler.

Modernleşme sürecinde rol model seçilen batıda büyük dini, felsefi, ekonomik ve sosyopolitik devrimleri yapan burjuva sınıfıydı. Kiliseye, aristokrat zümrelere ve mutlakiyetçi idare biçimlerine karşı devrimler gerçekleştiren burjuvazi, tarihsel olarak sivil bir kökenden geliyordu, başlangıçta zayıf da olsa bir toplumsal sınıftı, yeni kurduğu modern devlet de onun tasarısı, muhayyilesinin ürünüydü, ancak bu devlet onun zaferini taçlandıracak, uğrunda büyük mücadeleler verdiği çıkarlarını koruyacaktı.

Olguya batının tamamen kendine özgü dini ve sosyopolitik tarihi açısından bakıldığında burada bir problem gözükmüyordu, ortada kendisi dışındaki sınıflara karşı büyük zafer kazanmış bir sınıfın politik modeli söz konusuydu.

Sorun, batıya ait söz konusu gelişme şemasının neredeyse herhangi dikkate değer bir rötuşa tabu tutulmadan Müslüman Osmanlı toplumuna uyarlanmaya çalışılmasında ortaya çıkıyordu. Bu da bir projeydi, projeyi tatbike kalkışanların belli başlı özelliği entelektüel bir derinliğe sahip olmayan konformist zihne sahip kimseler olmalarıydı.

Burjuvazi, kendisine rakip sınıfları belki tam olarak tasfiye edememişti ama belirgin biçimde etkisiz hale getirmiş, sosyopolitik ve ekonomik maddi alanlarda inisiyatifi ele geçirmişti. Osmanlı’da ise inisiyatifi ele alan devletin üç sac ayağından ikisi Seyfiye (asker) ve Kalemiye (bürokrasi), kendilerine özgü bir toplumsal/sınıfsal temele sahip değillerdi, bundan dolayı yapmak istedikleri reformların (1839-Tanzimat, 1850-Islahat) toplumsal meşruiyeti olmadığından yukarıdan, tepeden karakter taşıması reformcular için yeter sebepti. Osmanlı toplumunun biri İslam’da diğeri Türk ve başka Müslüman kavimlerin tarihi tecrübelerinde ifadesini bulan sosyokültürel özellikleri söz konusu iken, modernleştirme dışında bir seçenek üzerinde düşünme lüzumunu hissetmeyen reformcular (Tanzimatçılar, Islahatçılar, Meşrutiyetçiler, Cumhuriyetçiler) bu mülahaza ile kendilerinin ellerinde balmumu misali diledikleri gibi şekillendirebilecekleri bir toplum icat etme yolunu seçtiler. Daha belirgin olarak Meşrutiyet ve Cumhuriyet, bu türden yukarıdan aşağıya, Fransızlarınkini referans alan jakoben projeler olarak ortaya çıktılar.

Reformcular bu konuda derin psikolojik bir tatmine sahip iken, diğer yandan kendilerini tarihi sorumluluğu olan özel kadrolar olarak düşünüp kendilerini öyle gördüler. İnsan bir kere bir şeye inandı mı, inancı uğruna yapamayacağı şey yoktur, bu yıkıcı duygudan sahih bir dinin değişmez hükümlerinin bilincinde olanlar salim olabilir…

Şüphesiz modernleştirme projesinin kendine özgü zorlukları olacaktı, oldu da. Süreçte “laiklik” önemli rol oynayacaktı. Kendilerine “halaskâr” denen kurtarıcılar için laiklik zorluğu aşmanın etkili aracı olarak düşünüldü, başka bir deyişle kurtarıcılar için laiklik kendinde bir değer değil, projelerinin tahakkukunda yardımcı bir unsurdan ibaretti, dolayısıyla laikliğin İslam diniyle ve Müslüman toplumla sahih bir ilişki içinde olması konusu önemli değildi. Onlar bakış açısından laiklik batıda yararlı bir işlev görmüşse, bizde de aynı işlevi görebilirdi.

Tarihsel olarak batıda laiklik aslında Kilise (din) ile devlet işlerini birbirinden ayırmanın yoluydu. Burjuvazi için Kilise’nin bağlarından kurtulmak ancak kilisenin devre dışı bırakılmasıyla mümkün olacaktı, başka şekilde ulusal egemenlik parlamentoda olmaz, “vatan” olması icap eden şu veya coğrafi toprak parçası sekülerleştirilemezdi.

 

Kaynak: turkishpost.net

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR