Bir düşünürü tanımanın en iyi yolu, birincil kaynaklar olan, yazdığı eserleri okumaktır. Hakkında başkaları tarafından yapılan çalışmaları okumak başkasının gözünden düşünürü okumaktır. Başkasının yazdığı eserler bu anlamda aracı metinlerdir. Aracı metinlerin en büyük özelliği sizi ana esere taşımasıdır.
Mehmet Akif'i araştırmaya başladığımda, her okuma Akif hakkındaki bir önyargımı, bana öğretilen Mehmet Akif imajını yıkılmasıyla sonuçlandı. Okudukça onun hakkındaki önyargılarımı yıkarak kendisiyle tanıştım; tutarlılığına, İslamcılığına, dünyaya bakışına hayran kaldım. Akif, Türkiye topraklarının yetiştirdiği en büyük düşünürlerden biridir. Mehmet Akif paylaşımlarına yapılan yorumlar bu büyük düşünürün hiç tanınmadığını gösteriyor. Mehmet Akif hakkındaki gerçeklerle yüzleşmeye cesaret edenler için ilk başvurulacak kaynaklar ölümsüz eseri olan ”Safahat” ve Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad dergilerindeki makaleleridir.
Öyle görülüyor ki, çoğu insan Mehmet Akif hakkında gerçekleri görmek istemiyor. Herkes zihninde kendi dünya görüşüne uygun bir Mehmet Akif oluşturmuş. Şuna eminim çoğu kimse Safahat veya makalelerini okumak istemiyor. Gerçeklerle yüzleşmek yerine kafasındaki sahte kurguyla idare ediyor. Okursa inşa ettiği Mehmet Akif'i kaybedeceğini düşünüyor. Oysa bu bir aydın tavrı değildir.
Cumhuriyet döneminin İslamcı zihinlerinden Said Nursi ve Mehmet Akif, İstiklal Savaşına elbette muhalif değillerdi. Bundan dolayı savaşa tüm güçleriyle destek verdiler. Bu zihinler ile Cumhuriyet modernleşmecileri arasındaki asıl kopma "nasıl bir devlet kurulmalı?" sorusunda oldu.
İslamsız bir cumhuriyet fikri, Said Nursi'yi, " siyasetten ve şeytandan Allah'a sığınırım" söylemine itti. Aslında bu da bir siyaset idi. Said Nursi'nin reddettiği, Ankara’nın karanlık dehlizlerinde süren, Kemal Tahir’in deyimiyle, Kurt kanununu esas alan ve "kurtlukta düşeni yemek kuraldır" siyaseti idi. Topal Osman bu siyasetin trajik bir tetikçisi idi. O dönemin en seçkin zihinlerinden olan Ali Şükrü Bey'i katletmiş, kendisi de aynı akıbete uğramaktan kurtulamamıştı.
Said Nursi, politik merkezi terk ederek Anadolu’ya çekildi ve bu toprakların en sivil itaatsiz hareketini başlattı. Mehmet Akif'in serüveni ise daha trajik oldu. Resmi ideoloji onu bu topraklarda yaşayamaz hale getirmek icin baskı uyguladı.
Faklılıkları yok sayan, muhalifleri yok etmeyi hedefleyen, halklar arasında hiyerarşik ayırım yapan, Türk milliyetçiliğini resmi ideoloji haline getiren, laiklik uygulamaları din karşıtlığı ateizme dönüşen dönem bugünün Türkiye’si için referans olamaz.
Referans, tüm toplumsal kesimlerin büyük bir mutabakatla katıldıkları Kurtuluş Savaşı ve Türkiye’nin en demokratik ve çoğulcu meclisi olan Birinci Meclis’tir. Ancak yeni seçimler yapılıp Atatürk’e muhalif olanlar çok büyük ölçüde temizlenince Akif de İçişleri Bakanlığı tarafından izlenen bir suçlu konumuna düştü. Bu durum Akif’te derin bir hayal kırıklığı ve küskünlük yarattı. "Küsmekte haklıydı Akif ama yine de gitmemeli, sesini öksüz bırakmamalıydı. Onun sesi çünkü Osmanlı sonrası İslamcılığının sesiydi. İsyanın, umudun, kurtuluşun ve özgürlüğün sesiydi. Bu ses sahipsiz kalmıştı onun gidişiyle ve Anadolu İslamcılığı duygusal olduğu kadar düşünsel olarak da kırılmaya uğramıştı. Ancak sonraki kuşaklar, o da ancak başka minvallerde bir mecra bulmaya çalışacaktı kendisine. Akif'in o gür seslenişinden olduğu kadar, özgürlükten, meşveretten hala yoksun olan bir mecra."( Ümit Aktaş, Geleceğe Seslenenler, Çıra yayınları, s:238)
Uğruna mücadele ettiği idealin farklı bir yöne evrilmesi derin bir endişe oluşturdu. "İstiklale emek veren Akif, sonuçlarını görmeye bile katlanamadı. 1908 nasıl ki ' beklediği hürriyet" değilse, 1923 de, 'beklediği İstiklal' değildi. Uzaklaştı ve sustu sadece, ' kumda oynamaya gönderildiği ' o uzak sahillerde."
( Ümit Aktaş, Geleceğe Seslenenler, Çıra yayınları, s: 237)
Mehmet Akif ve Said Nursi değerlendirmelerinin odağında bu iki ismin İkinci Abdülhamid karşısında takındıkları tavırdır. Aslına bakılırsa Abdülhamid'e karşı çıkan İslamcı düşünürler sadece Said Nursi ve Mehmet Akif değildir. Dönemin önce gelen Said Halim Paşa, Filibeli Ahmed Hilmi. Babanzade Ahmed Naim, Manastırlı İsmail Hakkı, İzmirli İsmail Hakkı, Musa Kazım, Ferid Vecdi, Mustafa Sabri Efendi, Ferit Kam, Eşref Edip, Elmalılı Hamdi Yazır ve İskilipli Atıf Hoca gibi alimler de İkinci Abdülhamid’e muhaliftir. Bu isimler otoriter olan Abdülhamid yerine, daha çoğulcu bir yapı olan Meşrutiyetçilerden yana olmuşlardır. Mehmet Akif, İkinci Abdülhamid'i en sert eleştirenlerden biri olarak, hayatının sonuna kadar bu eleştirisinden geri adım atmamıştır. Aynı şekilde tavır alan Said Nursi, " Biz İktidardan ekmek değil, hürriyet istiyoruz" demiştir. "Bediüzzaman Said Nursi, Sultan'ın adamlarının teklif ettiği, İstanbul'u terk etmesi karşılığında ki yüksek maaşı reddettiği için tımarhaneye gönderilmiştir. İstanbul'a şahsının değil ait olduğu bölgenin cehaletine ve fakirliğine çare bulmak için Sultan'a tekliflerini arz etmek üzere geldiğini söylediği, Padişah'la görüşme arzusunu ısrarla dile getirdiği için başına gelmeyen kalmamıştır. Sultan Abdülhamid istibdatına şiddetle karşı çıkan Bediüzzaman İttihat ve Terakki dönemindeki baskıcı uygulamalara da aynı sertlikle muhalefet etmiştir. Cumhuriyet Döneminde ise istibdatın en şiddetli olanından dolayı ömrüne hapishane ve sürgünde geçirmiştir. Vefatından sonra 60 darbesini yapan Milli Birlik Komitesi, mezarını bile tehlikeli görüp Şanlıurfa'daki mezarını parçalayıp naaşını bilinmeyen bir meçhule götürmüştür." ( Hüseyin Çelik, Sultan Abdülhamid, Alfa yayınları, s: 63)
Öte yandan Said Nursi’nin Abdülhamid karşıtlığı şahsi değil, ilkesel bir tavırdır. "Bediüzzaman, sadece Sultan Abdülhamid istibdatını yerden yere vurmakla kalmaz. O, İttihatçıların acemiliğine dayanan, şiddete başvurulan, komitacılığı devlet yönetimine bulaştıran uygulamalarını da Cumhuriyet'in kurulmasından sonraki tek partili istibdatı da yerden yere vurur." ( Hüseyin Çelik, Sultan Abdülhamid, Alfa yayınları, s:163)
"Mehmet Akif, hayatının hiçbir safhasında Sultan Abdülhamid'le ilgili yazdıklarından bir milim bile pişmanlık duymamıştır. Türkiye'deki körü körüne Abdülhamid aşığı olan bazı sözüm ona İslamcıların son yıllarda Mehmet Akif'e, sırf Sultan Abdülhamid muhalifliğinden dolayı ağza alınmayacak hakaretler yapmaları bir akıl tutulmasıdır... Türkiye'nin Milli Şairi’ne, İstiklalimizin Şairi'ne, paltosuz gezdiği halde İstiklal Marşı'nı yazdığı için kendisine ısrarla verilmek istenen para ödülünü red eden, ilkeleri uğruna vatanını terk edip gurbeti mesken tutan Mehmet Akif Ersoy'a, sırf Sultan Abdülhamid'e muhalifliğinden dolayı hakaret etmek tek kelimeyle had bilmezlik ve edepsizliktir. Elbette Mehmet Akif'in de her fani gibi hataları ve sevapları vardır. O da tabii ki eleştirilebilir ama hakaret edilmeyi en son hak edecek kişi sanırım odur. "( Hüseyin Çelik, Sultan Abdülhamid, Alfa yayınları s: 137-138)
Sultan Abdülhamid'in ilmiye sınıfına yaptığı baskı, zamanın İslami dergilerinden Beyanü'l Hak dergisinde şu ifadeler ile eleştirilmiştir. : " On altı sene evvel ki devr-i istibdadın tam ortasında - bir defa cenaze taşır gibi İstanbul'dan dışarıya atılmak üzere bir gün içinde topumuzu kayıklara mavnalara doldurmuşlardı." ( Beyanü'l Hak, c. İİ, n. 29,s.670)
Öte yandan ideolojik tarih anlayışı gerçekleri görmeyi engellemektedir. " Burada, itiraz edilen nokta şudur: Kemalistlerin Atatürk ve İsmet Paşa etrafında ürettikleri efsaneler gibi, muhafazakar camia da Sultan Abdülhamid adına efsaneler ve yalanlar üretmiştir. Bu yalanlardan biri de ' Sultan Hamid zamanında devlet bir karış toprak kaybetmedi, ' şeklindeki yalandır." ( Hüseyin Çelik, Sultan Abdülhamid, Alfa yayınları s: 37)
Yanlış bir algı olarak milliyetçiler Mehmet Akif'i milliyetçi sayarlar. Oysa bu iddia sahipleri Safahat' ı bile okumamışlardır. Okusalardı "İnkılap istiyorum ben de, hem de Abduh gibi." Mehmet Akif (Safahat) dizesini görürlerdi. Akif'i n üstat kabul ettiği iki isim İslamcılığın kurucu düşünürleri Muhammed Abduh ve Cemalettin Afgani'dir.
Aslında çoğu insan hakikatin değil, kendi ideolojisinin peşinden koşuyor. Bu yüzden tarihsel olayları ve kişileri kendi ideolojisini onaylayan bir figüre dönüştürüyor. Bu yüzden hakikatle yüzleşmekten korkuyor. Kendi düşüncesini değiştirmek yerine tarihi değiştirmeye çalışıyor. Ulus devletler açısından bakıldığında, kendini meşrulaştırmak bir tarih oluşturma anlayışı resmi tarih dediğiniz anlayışı doğuruyor. Oysabu tarihsel anlayış tıpkı ulus gibi hayalidir.
" Esasen tek adam rejimiyle yönetilen bütün Doğu toplumlarında durum aynıdır. Liderler, zayıfken veya kendilerini yeteri kadar güçlü hissetmedikleri zaman etrafında liyakat ve ehliyeti esas alarak güçlü insanlar toplarlar. Ne zamanki güçlenirler veya kendilerini yeteri kadar güçlü hissederler, liyakat ve ehliyet ortadan kalkar, liderler etrafında mutlak sadakat gösterecek ve her durumda kendilerine biat edecek kişileri toplarlar. Ancak bunu yapabilmek için usta manevralarla önce etrafındaki güçlü insanları hallederler. Halletme, ortadan kaldırma, sürgün, hapis veya onları toplumdan ve siyasetten tecrit edecek diğer tedbirler olabilir. Sultan Abdülhamid de, Atatürk de, sonradan gelen tek adamlık özlemi içinde olan diğer liderler de aynı şeyi yapmışlardır." (Hüseyin Çelik Sultan Abdülhamid, Alfa yayınları, s:18)
Mehmet Akif Ersoy ve Said Nursi. İkisi de sürgün, ikisinin de etnik kökeni Türk değil, ama ikisi de bu ülkeyi çok seven insanlar. Biri Mısır, diğeri siyasal merkezden uzağa sürgün. Bu ülkenin kurucu belgesi olan İstiklal Marşını yazacak kadar bu ülkeye bağlı olan bir aydını yurt dışına zorlayan irade Said Nursi’yi de yedi. Onlar milliyetçiliğin farklılıkları inkar eden devlet katındaki uygulamanın kurbanıydı. Azınlıkları tehdit olarak gören kör milliyetçilik ne kadar da yoksullaştırdı bu toprakları. Kendinden farklı olanları sevmemeye, dahası nefret etmeye şartlandırılmış insanlar zamanla kendilerinden de nefret etmeye başladı. "Ben Arnavut’um" ya da "Ben Kürdüm" demeyi tehdit olarak algıladık. Başkalarını sevmeyi unutunca kendimizi de sevemez olduk.
Mehmet Akif içinde yaşadığı imparatorluğun dağılma sürecinde kullanılan en önemli argüman ırkçılık olduğu için, kavmiyet fikrinin zararlarını iyi biliyordu. Bilindiği gibi Osmanlının son dönemlerinde, Osmanlının içinde bulunan Yunan, Bulgar, Sırp vs. milletler milliyetçilik fikrinin etkisiyle imparatorluktan ayrılarak milli devletlerini kurmuşlardı. Bir anlamda Osmanlıyı parçalayan en önemli faktör milliyetçilik akımlarıydı. Dönemin İslamcı düşünürlerinden biri olan Said Nursi’de milliyetçiliği müspet ve menfi olarak ayırdıktan sonra menfi milliyetçiliği, şiddetli, başkasını yutmaktan beslenen, zararlı bir akım olarak tanımlamaktadır. İlk İslamcı neslin milliyetçilik üzerinde bu kadar durmasının nedeni milliyetçiliğin Osmanlının bölünmesinde kilit rol oynaması ve İslam birliğinin gerçekleştirilmesinin önünde engel olarak görünmesinden dolayıdır. Bu endişeleri taşıyan Mehmet Akif, her türlü milliyetçiliğe karşı İslam kardeşliğini savunmaktadır.
“ Hani milliyetin İslam idi… Irkçılık ne!
Sımsıkı sarılıp duraydın a milliyetine.
“Arnavutluk” ne demek? Var mı şeraitte yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!
Arab'ın Türk'e, Laz'ın Çerkez'e yahut Kürde;
Fars'ın Çinliye üstünlüğü mü varmış? Nerde!
Müslümanlıkta “ırklar” mı olurmuş? Ne gezer!
Irkçılık fikrini lanetliyor Peygamber.
En büyük düşmanıdır Peygamber’in ruhu bölücülüğün;
Adı batsın onu İslam’a sokan şarlatanın!
Şu senin son durumun bin bu kadar yıl önce,
Sana söylemiş iken doğru mudur şimdi bu kavga?”
Tek Parti Döneminin unutup unutturmaya, çalıştığı bir önemli isim de Mehmet Akif'tir. İstiklal Marşı'nın yazarı Akif, 1936 yılında vefat etti ve hiç bir devlet yetkilisinin katılmadığı bir tören ile defnedildi.
Bu ülkenin tapusu olan İstiklal Marşı'nın yazarı Mehmet Akif, İslamcılığın kurucuları C. Afgani ve M. Abduh'u üstat kabul eden bir İslamcıdır.

