Bugün içinde yaşadığımız toplumda kriz üstüne kriz yaşıyor veya yaşatılıyor. En büyük zihinsel krizlerden birisi de anlamların kaybolması ve gasp edilmesidir. Kavramlar, ait oldukları düşünce dünyasından koparılarak içi boşaltılmış, tarihî şahsiyetler ise kendi hakikatlerinden soyutlanarak başka kimliklere büründürülmüştür. Böylece toplum, hem neye inandığını hem de kimi örnek alacağını bilemez hâle getirilmiştir.
Kavramlar bir medeniyetin hafızasıdır. Onlar bozulduğunda hafıza silinir, hafıza silindiğinde ise şuur kaybolur. Bugün özgürlük, laiklik, ilerleme, medeniyet, milliyetçilik gibi kavramlar; tarihsel ve fikrî bağlamlarından koparılmış, evrensel olduğu iddia edilen fakat aslında ideolojik birer dayatma hâline getirilmiştir.
Aynı akıbet, cihad, şeriat, ümmet, tevhid gibi İslamî kavramların da başına getirilmiştir.
Ya kriminalize edilmişler ya da içleri boşaltılarak etkisizleştirilmişlerdir.
Bu zihinsel müdahalenin ikinci ayağı ise tarihî şahsiyetler üzerinden yürütülmektedir.
Hakikatin şahitleri olan büyük isimler, ait olmadıkları ideolojilerin vitrini hâline getirilmiştir. Bir ömür boyunca Kur’an’la düşünen, ümmet bilinciyle hareket eden şahsiyetler; sonradan üretilmiş resmî kimliklerle tanıtılmakta, böylece tehlikesiz hâle getirilmektedir.
Mehmet Âkif Ersoy bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Mehmet Âkif, Kur’an’ı hayata indirme mücadelesi veren bir mütefekkirken; yalnızca “İstiklâl Marşı şairi” sıfatına indirgenmiş, düşüncesi törpülenmiş, itirazları görmezden gelinmiştir.
Oysa Mehmet Âkif’in şiiri bir estetik faaliyet değil, imanî ve ahlâkî bir direniştir.
Onu bu yönünden koparmak, Mehmet Âkif’i anlamak değil; Âkif’i susturmaktır.
Aynı durum, yalnızca Mehmet Âkif için değil; İmam Gazâlî’den İbn Teymiyye’ye, Hasan el-Bennâ’dan Aliya İzzetbegoviç’e kadar birçok isim için geçerlidir. Ya aşırılaştırılarak korku figürüne dönüştürülmüşler ya da ehlîleştirilerek zararsız semboller hâline getirilmişlerdir.
Bu yüzden bugün yapılması gereken şey, yeni kavramlar icat etmek değil; kavramları asıl anlamlarına iade etmek, şahsiyetleri de kendi tarihsel ve fikrî bağlamları içinde yeniden okumaktır. Çünkü kavramları çalınmış, şahsiyetleri maskelenmiş bir toplumun hakikatle bağ kurması mümkün değildir.
Mehmet Âkif Ersoy denildiğinde zihinlere yerleştirilen isim, çoğu zaman İstiklâl Marşı’nın şairi ile sınırlıdır. Oysa bu, bir buzdağının yalnızca görünen yüzüdür. Mehmet Âkif; marşla değil, Kur’an’la konuşan, ümmetin çöküşüne ağıt değil hesap soran, Batı karşısında ezik değil hesaplaşan, iktidarların değil hakikatin şairidir.
Safahat’ı okuyan herkes bilir ve görür ki; Mehmet Âkif, şiiri estetik bir süs olarak değil, tevhidi bir çağrı, ahlaki bir isyan, ümmeti ayağa kaldırma çabası olarak kullanmıştır. Onun mısraları romantik değil; sert, sarsıcı ve İslam düşmanlarını rahatsız edicidir. Çünkü Mehmet Âkif, uyutmak için değil uyandırmak için yazmıştır.
Mehmet Âkif’in derdi Millet değil, Ümmettir.
Mehmet Âkif’in asıl meselesi ne dar anlamda milliyetçilik ne de seküler bir vatanperverliktir.
Onun davası ümmettir. Safahat’ta defalarca bunu açıkça haykırır:
“Hani, milliyetin İslâm idi… Kavmiyet ne!”
Bu mısra, bugün Mehmet Âkif’i “Türkçü” kalıplara hapsetmeye çalışan bütün okumaları yerle bir eder.
Mehmet Âkif için kavmiyet, ümmeti parçalayan bir fitnedir. Onun ideali; Arap’ı, Kürt’ü, Türk’ü, Arnavut’u Kur’an potasında birleştiren bir İslam toplumu tahayyülüdür.
Kur’an’sız bir hayata en sert eleştiriyi o yaptı.
Mehmet Âkif’in asıl öfkesi, dış düşmanlara değil; Kur’an’ı hayattan dışlayan Müslümanlaradır. Safahat’ta bu eleştiri adeta bir tokat gibi iner:
“İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyla bilin;
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için.”
Bu dizeler, Mehmet Âkif’in nasıl Kur’an merkezli düşünce inşa ettiğinin en açık göstergesidir.
Ona göre Kur’an, bireysel ibadet kitabı değil; hayatı kuran, toplumu dönüştüren ilahi bir nizamdır.
İşte bu yüzden Mehmet Âkif, “din bireyseldir” anlayışının tam karşısında durur.
Mehmet Akif Batı’ya hayran değil, Batı’yla hesaplaşan, ne Batı düşmanıdır ne de Batı hayranı...
O, Batı’yı ahlakıyla değil ilmiyle örnek almayı savunur:
“Alınız ilmini Garb’ın, alınız sanatını;
Veriniz hem de mesainize son süratini.
Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız;
Çünkü milliyeti yok sanatın, ilmin; yalnız.”
Ama aynı Mehmet Âkif, Batı’nın ahlaki çöküşünü de en sert şekilde eleştirir. Onun gözünde Batı, medeniyet maskesi takmış bir sömürü düzenidir.
Bu yüzden Mehmet Âkif’in Batı ile ilişkisi taklit değil, seçici ve eleştirel bir ilişkidir.
O İktidarların Şairi değil, hakikatin şairidir.
Mehmet Âkif’i değerli kılan şeylerden biri de iktidarlarla arasına koyduğu mesafedir. Kurtuluş Savaşı’nda canı pahasına mücadele eden Mehmet Âkif, zaferden sonra yön değiştirildiğini gördüğünde susmamış, ama biat da etmemiştir. Safahat’ın son dönem şiirlerinde hissedilen hüzün, işte bu kırılmanın izidir.
O, İstiklâl Marşı’nı yazan şair olarak alkışlanmış; fakat İslamlaşma çağrısı yapan mütefekkir olarak susturulmuştur. Âkif’in Mısır’a gidişi bir “seyahat” değil, fikrî ve ahlaki bir hicrettir.
Cevaplanması gereken soru şu: Mehmet Âkif bugün yaşasa kime rahatsızlık verirdi?
El cavap:
Mehmet Âkif bugün yaşasa;
Dini vicdanlara hapsedenlere,
Kur’an’ı ritüele indirgeyenlere,
İslam’ı iktidar aracı yapanlara, İslamcı söylemlerle düzeni değiştireceğiz diyerek yola çıkan, imkanlar ele geçince düzene uyanlara, mücahid söylemlerle müteahhid olanlara, dini söylemlerle din üzerinden geçinenlere...
Dini uyandırmak için değil, uyutmak için anlatanlara...
Batı karşısında aşağılık kompleksine girenlere,
Ümmeti parçalayan milliyetçiliklere en çok rahatsızlık veren isim olurdu.
Çünkü Mehmet Âkif’in şiiri, rahatlatmaz; hesap sorar.
Mehmet Âkif Ersoy; yalnızca bir marş şairi değil, Kur’an’ın gölgesinde düşünen bir mütefekkir, ümmetin çöküşüne ağlayan değil, ayağa kalkması için haykıran bir dava adamıdır.
Onu sadece İstiklâl Marşı’na hapsetmek, Mehmet Âkif’e yapılmış en büyük haksızlıktır.
Ama şu da unutulmamalı;
Mehmet Akif "La yü’sel" değildir.
Safahat okunmadan Mehmet Âkif anlaşılmaz.
Ve Safahat okunduğunda insan ister istemez şunu söyler:
“Biz Mehmet Âkif’i gerçekten tanıyor muyuz…”
Selam ve dua ile...
Engin GÜLTEKİN
Eğitimci-Yazar-Sosyolog

