Mehmet Akif, Türkiye siyasal tarihinin ve düşüncesinin en önemli isimlerinden biridir. Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusu olan ‘İstiklal Marşı’nın yazarıdır. Tüm hayatı ülkesi ve İslam dünyası uğrunda mücadele içinde geçen Mehmet Akif’in hayatının önemli bir kısmı da Mısır’da geçmiştir.
Mehmet Akif’in Mısır’a gitmesi üzerine çok sayıda spekülasyon yapılmasına karşın, temel neden ülkede meydana gelen siyasal gelişmelerdir. “Milli Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasının ardından Büyük Millet Meclisi’nin aldığı seçim kararı üzerine yeniden teşekkül eden ikinci dönemde muhalefet grubuna mensup diğer milletvekilleri gibi Mehmet Akif de aday gösterilmedi. Ekim 1923’te Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine Mısır’a giden Akif’in bu daveti kabulünde, kazanılan Milli Mücadele’den sonra ümit ettiği İslâm birliği ve bu birlikte Türkiye’nin önemli rol oynaması idealinin gerçekleşememesinin doğurduğu hayal kırıklığının büyük tesiri olmuştur. İki yıl kışları Mısır’da geçirip yazları Türkiye’ye döndüyse de 1925’in sonundan itibaren sürekli Mısır’da kaldı. Bunda da hak kazandığı emekli maaşının bağlanmamasından doğan geçim sıkıntısı ve hükümetin muhalif kabul ettiği birçok fikir ve siyaset adamı arasında kendisinin de polis takibine alınmasının ağırına gitmiş olması önemli rol oynamıştır. Ayrıca bu yılın başında çıkan Şeyh Said isyanı vesilesiyle hükümet muhalifler üzerine baskı kurmuş, aralarında Sebilürreşad’ın da yer aldığı pek çok dergi ve gazeteyi kapatarak sahiplerini ve bazı yazarlarını İstiklal mahkemelerine sevk etmiş bulunuyordu.”(M. Orhan Okay/M. Ertuğrul Düzdağ, TDV İslam Ansiklopedisi, cilt: 28, s: 432-439) Bu durum Mehmet Akif’e Mısır’a hicret etmekten başka bir seçenek bırakmıyordu.
Mehmet Akif, Mısır’da yaşadığı yıllar boyunca özellikle Abbas Halim Paşa’nın sürekli gözetiminde olmuştur. Mısır’da gurbette, muhacir ve yalnız bir adamdır. Bütün bunlara karşın çalışmalarına devam etmektedir. “Mehmet Akif’in Mısır yıllarında Kur’an mealinden sonraki en önemli meşguliyeti, Kahire’deki ‘el-Camiatü’l-Mısriyye’nin Edebiyat Fakültesi’nde Türk dili ve edebiyatı dersleri vermesi oldu (1929-1936). On yıldan fazla süren Mısır dönemi geçim sıkıntısı yanında eşinin müzmin bir asabi rahatsızlığa müptela olması, başıboş kalan çocuklarını arzu ettiği gibi yetiştirememesi, vatan hasreti, İslâm aleminin perişan halinin kendisinde doğurduğu büyük ıstıraplarla geçti. Kahire’de bulunduğu yıllarda Mehmet Akif, kendisini daima himaye eden Abbas Halim Paşa ile ailesi ve orada tahsilde bulunan Türk talebelerle teselli bulmaya çalıştı. Abdülvehhab Azzam gibi Mısırlı ilim ve fikir adamlarıyla dostluklar kurdu. Bu arada 1933 yılı sonlarında Safahat’ın yedinci ve son kitabı olan ‘Gölgeler’i Kahire’de bastırdı.
1935’te rahatsızlanan Mehmet Akif, hava değişimi için bir aylığına Lübnan’a ve o sırada Fransız idaresinde bulunan Antakya’ya gitti. Hastalığının ağırlaşması üzerine 17 Haziran 1936’da İstanbul’a döndü. Nişantaşı Sağlık Yurdu’nda tedavi gördükten sonra yaz aylarında Said Halim Paşa’nın Alemdağ’daki Baltacı Çiftliği’nde oğlu Prens Halim tarafından misafir edildi. Son günlerini de aynı ailenin Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda kendisine ayırdığı dairede geçirdi ve orada vefat etti (27 Aralık 1936). Resmî şahıs ve makamların ilgi göstermediği İstiklal Marşı şairinin cenazesi, Beyazıt Camii’nden üniversite gençliğinin ve halkın katıldığı büyük bir cemaatle Edirnekapı Mezarlığı’nda dostu Babanzade Ahmed Naim’in kabrinin yanında toprağa verildi. 1960 yılındaki yol inşaatı sebebiyle her iki mezar Süleyman Nazif’in kabriyle birlikte Edirnekapı Şehitliği’ne nakledildi. Mehmet Akif yılı olarak ilan edilen vefatının ellinci senesinde (1986) Kültür Bakanlığı tarafından kabrinin üzerine yeni bir lahit yaptırıldı.”(M. Orhan Okay/M. Ertuğrul Düzdağ, TDV İslam Ansiklopedisi, cilt: 28, s: 432-439)
Mehmet Akif Ersoy’un siyasi tavrında, belki de Mısır’a gitmesinde kilit rol oynayan olaylardan biri de çok yakın dostu olan Ali Şükrü Bey’in katledilmesiydi. “Ali Şükrü Bey’i, Mustafa Kemal’in, eski çetecilerinden kurulu muhafız bölüğünün başında bulunan Topal Osman Ağa’nın öldürtmüş olduğu meydana çıktı ve katiller cezalandırıldı. Oğlu Emin, bu olaya çok üzülen Mehmet Akif Bey’in, ondan sonra Meclisten soğuduğunu yazmaktadır.”(Mahir İz, Yılların İzi, Kitabevi Yayınları, s: 89-94)
Mehmet Akif, Türkiye’nin geleceği konusunda, yönetici kadroyla yaşadığı anlaşmazlık ve siyasi baskı sonucunda ülkesini terk etmek zorunda kalmıştır. "İslam davasının bir neferi olarak Türkiye'nin kuruluşu için çalışan Mehmet Akif, üst kademe yöneticilerin Milli Mücadele'nin başlangıcındaki amaçlarından, düşünce zemininden uzak tavırları ile çelişti. Bu yüzden 1923 Ekiminde Abbas Halim Paşa ile Mısır'a gitti. " (Mehmet Akif Ersoy, DİB Yayınları içinde Mehmet Doğan, "Mehmet Akif Ersoy Hayatı, Mücadelesi, Eseri ve Tesirleri, s: 10)
“Mehmet Akif, Mısır’da bulunduğu 1925 ile 1936 yılları arasında Türkiye’ye hiç gelmemiştir. Zaman zaman çok sınırlı sayıda ziyaretçileri olsa da gurbet yıllarında memleketten ve sevdiklerinden haber alabilmesi ancak mektuplar vasıtasıyla mümkün olmuştur” (Ekmeleddin İhsanoğlu/ Fatma M. Şen, Akif’ten Emanetler, Yapı Kredi Yayınları, s:51)
"Mehmet Akif'i sürgüne zorlayan şartlar her şeyden önce onun dünya görüşünden kaynaklanıyor. Artık resmen mahkum edilmiş bir düşüncenin, hayattan sürülmüş medeniyetin temsilcisiydi. Şiiri memleketin istiklalini temsil ederken, kendisi ve düşünceleri sürgüne gönderilmişti. Diğer taraftan Mehmet Akif'in düşünce ikliminde sürgünlüğü Misak-i Milli için geçerli bir konumdu belki de, Savunduğu İttihad-ı İslam düşüncesi, ümmet çizgisi, yereli aşma, evrenselliği yakalama imkanı veriyor idiyse bu anlamda sürgünlüğü de yeniden tanımlanmayı gerektiriyor. Doğup büyüdüğü, istiklal mücadelesi verdiği topraklardan uzaklara savrulmuştu ilk bakışta. Ancak sürgün hayatını geçirdiği coğrafyada çok kısa bir süre önce vatan toprağı değil miydi?... Akif’in sürgünlüğünü sürgün olmaktan çıkaran, ulus devlet sınırlarını aşan ideali bakımından karşılaştırılabilecek bir başka şair Muhammed İkbal olsa gerek. Biri İslam coğrafyasının merkezi alanını tutan Osmanlı devletinin çöküşünü durdurmak için çırpındı. Diğeri aynı medeniyetin doğu yakasında sömürge yönetimi altında, Hindistan’da kendi sesini yeniden bulmaya çalışırken benzer düşler kuruyordu. İkbal de Hind İslam coğrafyasında ırk, milliyetçilik ayrıştırmasına karşı evrensel bir çizginin renklerini şiirine aksettirirken Akif İslam’da milliyetçilik düşüncesine karşı benzer şuuru dile getirecekti. Ne var ki her ikisi de ulus devlet şartlarına razı olmak zorunda kalacaktı. Akif yenilmiş bir imparatorluktan elde kalan son parçayı kurtarmanın davasındayken, İkbal sömürgeleştirilmiş bir imparatorluktan yeni bir devlet çıkartma davasındaydı. Akif parçalanan imparatorluğun başka bir köşesine savrulurken İkbal yenilmiş imparatorluktan ulus üstü ulus devlet hayali kurdu; ömrü hayalinin gerçekleştirmeye yetmedi.”(Akif Emre, Bir Sürgün Şairi: Mehmet Akif, Yeni Şafak, 27/12/2012)
Mehmet Akif, karşılaştıkları sorunlarda önceliği sömürgecilik illetinden kurtulmaya vermişlerdir. Diğer sorunlar en azından bundan sonraya bırakılmalıydı. Ancak sömürgecilerle ölümüne mücadele eden insanlar görece ve bir anlamda biçimsel bağımsızlık kazanıldıktan sonra, bu sefer kurtarıcı kadro ile mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Sonrasında " Ne yapmalı?" konusunda Akif farklı noktalara savrulacaktır. Akif, öz vatanında küskün biridir ve sonunda Mısır’a gitmek zorunda kalacaktır.
“Ömrünün önemli bir bölümünü muhalif geçiren Mehmet Akif'i sağcılaştırıp muhafazakarlaştırarak okumak, Türkiye sağında ( milliyetçilik/ muhafazakarlık) bir hayli yaygındır. Buradaki çekince İstiklal Marşını yazan birinin nasıl Mustafa Kemal'e muhalif olabileceğidir. Milliyetçi muhafazakarlığın kabul edemediği gerçek bu. Mehmet Akif, ömrü boyunca Mustafa Kemal ve güttüğü siyasete sıcak bakmamıştır. Geçici olarak ortaklaştıkları konu İstiklal Savaşı ve küffarın İslam topraklarından kovulmasıdır. Ancak nasıl bir devlet kurulacağı sorusuna verilen cevap, Mehmet Akif'i tıpkı Abdülhamit karşıtlığı gibi Mustafa Kemal karşıtlığına itmiştir. Bundan dolayı Kemalist entelektüellerin sürekli eleştirilerine muhatap olmuştur. Nitekim Mısır'a gitmesinin ardındaki gerçek de budur.”(Yusuf Yavuzyılmaz, Mehmet Akif Ersoy, Osmanlıdan Cumhuriyet’e Bir İslamcı Entelektüelin Zihin Dünyası, Çıra Yayınları, s:117-118)
Akif’in Mısır’da yaşadığı yıllarda iki konu öne çıkar. Birincisi yazdığı ve daha sonra yakılma ile sonuçlanan Kur’an meali çalışması, ikincisi de Mısır’ın en güçlü İslami hareketi olan İhvan ile ilişkileridir.
“Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki bütçe müzakereleri sırasında alınan bir karar üzerine (21 Şubat 1925) Diyanet İşleri Reisliği, Kur’an-ı Kerîm’in tefsiri için Elmalılı Muhammed Hamdi’ye, tercümesi için de Mehmet Akif’e teklifte bulundu. Akif, yapılacak çalışmanın dinî ve ilmî sorumluluğunu düşünerek uzun bir tereddütten sonra tercüme yerine meal denilmesi ve Elmalılı M. Hamdi’nin hazırlayacağı tefsirle birlikte basılması şartıyla teklifi kabul etti. (Mehmet Akif Ersoy, DİB Yayınları içinde Mehmet Doğan, "Mehmet Akif Ersoy Hayatı, Mücadelesi, Eseri ve Tesirleri, s: 10)
Öte yandan Mehmet Akif, Kur’an tercümesinin yapılamayacağını düşünüyordu. Mithat Cemal Kuntay’ın anlatımıyla onu Elmalılı Hamdi ikna etmiştir. “Kur’an tercümesini yapmaya ilk zamanlar bir türlü karar veremedi.
-“ Kur’an’ı tercüme kabil değil” diyordu. Fakat Elmalılı Hoca Hamdi Efendi
-“Tercüme tabi ki kabil değil,” fakat bu tercüme değil, meal olacak” dedi ve “meal” kelimesi tercümenin imkansızlığını hafifletti, Akif de tercümeye başladı” (Ekmeleddin İhsanoğlu/ Fatma M. Şen, Akif’ten Emanetler, Yapı Kredi Yayınları, s:33)
Mehmet Akif yaptığı tercümenin çok iyi bir meal olduğu düşüncesindedir. "Tercüme güzel oldu, hatta umduğumdan daha iyi. Lakin onu verirsem, namazlarda okutmaya kalkacaklar. Ben o zaman Allah'ımın huzuruna çıkamam ve Peygamber'imin yüzüne bakamam"( Ertuğrul Düzdağ, Safahat Tam Metin ve Safahat Dışında Kalmış 54 Şiir, s: 95) Gerçekten de bu gün elimizde bu mealin bulunmaması büyük bir eksikliktir.
Mehmet Akif Ersoy, kendisine verilen Kur’an tercümesi görevini başlangıçta kabul etmiştir. Ancak daha sonra meydana gelen olaylar ve Türk Modernleşmesinin seyri, Eşref Edib’in okuduğunda hayran kaldığı bu tercümenin yakılmasıyla sonuçlanmıştır. Mehmet Akif’in Kur’an tercümesini teslim etmesinden vazgeçmesinde Türkçe ezan uygulamasının önemli bir yeri vardır. “Bu olaylardan sonra Türkiye camilerinde, Kur’an’ın aslı yerine tercümesinin okutulması için hazırlık yapıldığı endişesine kapılan Mehmet Akif, kendi tercümesinin Kur’an yerine konacağından korkarak, aldığı bin lirayı iade etmiş ve bitirmiş olmasına rağmen tercümeyi vermemiştir. Bunun için 1931 yılı Aralık ayı içinde tercüme işinden vazgeçtiğini bildiren yazı ile birlikte, bin lirayı da iade etmiştir. ”( M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s: 132
1926-1929 yılları arasında yoğun bir mesai sarf edip tercümeyi bitirdiyse de vefatına kadar üzerinde çalışmaya devam etti. Ancak ezanın kanun zoruyla Türkçe okutulduğu o yıllarda namazların da devlet zoruyla Kur’an’ın Türkçe tercümesiyle kıldırılacağı endişesini taşıdığından yaptığı anlaşmayı feshedip avans olarak aldığı bir miktar parayı geri verdi ve çalışmasını teslim etmedi. Akif’in, hastalanarak Mısır’dan Türkiye’ye geldiği sırada geri dönmediği takdirde tercümenin yakılmasını vasiyet ettiği ve yıllar sonra (1961) vasiyetin Kahire’de yerine getirildiği anlaşılmaktadır.”(Mehmet Akif Ersoy, DİB Yayınları içinde Mehmet Doğan, "Mehmet Akif Ersoy Hayatı, Mücadelesi, Eseri ve Tesirleri, s: 10)
Tercüme 5 kişinin huzurunda yakılmıştır. Yakma işlemine katılan İsmail Hakkı Bey’in olayı anlatımı şu şekildedir: “Defterleri tomar halinde tekrar bağladık, merhum Mehmed İhsan Efendi’nin göz nuru döküp el yazısıyla naklettiği o ciltli kalın nüshayı da tomarlarla birlikte alarak, beş kişi bir taksiye binip Abbasiye’ye gittik. Evde bizden başka kimse yoktu. Balkona çıkardığımız alüminyum çamaşır leğeninin içinde defterleri birer birer parçalayarak yaktık. Sanki görev eksiksiz yerine getiriliyor mu diye birbirimizi kontrol eder gibiydik. O, ciltli ikinci nüsha da dahil, elde en küçük bir parça kağıt kalmamacasına hapsini yakıp kül ettik.” Bu olayı İsmail Hakkı Şengüler’den orada bulunan beş kişiden biri olan Ekmeleddin İhsanoğlu aktarmaktadır. ( Ekmeleddin İhsanoğlu/ Fatma M. Şen, Akif’ten Emanetler, Yapı Kredi Yayınları, s: 110)
Akif’in mealini yakma işlemine katılan beş kişiden biri olan Ekmeleddin İhsanoğlu, o anların psikolojisini şöyle anlatmaktadır: “Tarihin cilvesi, bu ağır emanetin yükünün henüz on yedi yaşında üniversite birinci sınıf öğrencisinin omuzlarına yüklenmiş olmasıdır. Babasının radyolardan Yassıada Mahkemesi’nin seyrini takip ederken duyduğu elem ve üzüntünün, kendisini kalp krizinden daha fazla üzdüğünü gören oğlu, aniden omuzlarına bu yükün altına girdiğinde bu gurbet diyarında amca ve ağabey dediği en yakınındaki insanlardan medet talebinde bulunmaktan başka ne yapabilirdi ki… Evet, o tarihi tercümenin cenaze namazına katılan beş kişiden dördü ebedi aleme intikal etmişlerdir. Bugün seksenine merdiven dayamış olan bu satırların yazarının aklı, elbette ki on yedisinde tecrübesiz gencin aklından çok farklı düşünebilir, düşünmektedir. Fakat insanların davranışları değerlendirilirken mükellefiyetlerin yapıldığı an ve şartlar dikkate alınırsa her şey daha tutarlı olur. Her ne hal ise, Akif’in vasiyeti yerine getirilmiştir.” ( Ekmeleddin İhsanoğlu/ Fatma M. Şen, Akif’ten Emanetler, Yapı Kredi Yayınları, s: 111)
7 Kasım 2025 Cuma günü bir grup arkadaşla Akif üzerine yazdığı kitap ve Kur'an mealinin yakılmasında kilit isim olan Ekmeleddin İhsanoğlu ile Akif'in Mısır günleriyle ilgili bir sohbet gerçekleştirdik. Sohbetin en önemli sorularından biri, Mehmet Akif'in Mısır'da yaşadığı dönemde, Mısır'ın en güçlü İslami Hareketi olan İhvan ile ilişkisi konusunda oldu. Ekmeleddin Bey, Akif ile İhvan arasında bir ilişkinin ve görüşmenin olmadığını söyledi. Bu gerçekten ilginç bir değerlendirme idi.
“Mehmet Akif’in gayesi, bir anlamda Leylası, İslamcılıktı. İslamcılık, İslam’ın yaşadığı tarihsel süreçte içine katılmış olumsuzluklardan Kur’an ve Sünnete dönerek bir ihya gerçekleştirmenin adıdır. Akif, Müslümanların en büyük sorununun İslam’dan uzaklaşmakla ortaya çıktığını savunuyordu. Dolayısıyla ana amacı Müslümanlara İslam’ı anlatmak olmuştur. Dolayısıyla Mehmet Akif, İlk İslamcı neslin, Kur’an ve Sünnete dönüş, içtihat kapısının açılması, cihat ruhunun uyandırılması, İslam dünyasının sömürgeden ve geri kalmışlıktan kurtulması, tasavvufun olumsuz ikliminden uzaklaşılması gibi idealleri benimsemiştir. Mehmet Akif, İslamcılığın kurucu düşünürlerinden olan Cemaleddin Afgani hakkında “ Şarkın yetiştirdiği fıtratların en yükseği olmasa bile en yükseklerinden biri olduğu şüphe götürmeyen…”( 13 Mayıs 13326, 17 C.evvel 1328, Sırat-ı Müstakim, c:4, s. 207-208) ifadesini kullanır. Öyle görülüyor ki Mehmet Akif İslamcılığın iki büyük kurucusu olan Afgani ve Abduh hakkında hayranlık duymakta, onların düşüncelerini izlemektedir. Cemaleddin Afgani ve öğrencisi Muhammed Abduh’un düşüncelerinden etkilenen İhvanü'l-Müslimin ile iletişime geçmemesi düşündürücüdür.
Ancak bazı Akif araştırmacıları, Akif’in Mısır döneminde İhvan mensuplarıyla iletişim içinde olduğunu ancak bunu gizlediği söyleniyor.
“İhvanü'l-Müslimin teşkilatının kurulmasında Mehmet Akif’in katkısı çok büyük. Teşkilat resmi olarak Hasan el-Benna tarafından 1928’de Mısır'ın İsmailiye kentinde kuruldu. Teşkilat Halifeliğin ihyasından yanaydı ve İngiliz karşıtı bir söylemi vardı.
Teşkilat kurulmadan önce Hasan el Benna’nın istişare ettiği, sohbetlerine katıldığı, ilminden istifade ettikleri isimler, Akif’in Teşkilat-ı Mahsusa’da yakın çalışma arkadaşlarıdır. El Benna’nın hatıralarında bu isimlere geniş yer verilir. Zaten El Benna’nın babası da Teşkilat-ı Mahsusa elemanı olarak Birinci Dünya Savaşı sırasında Muğla’ya götürülmüş ve orada bir çiftlik evinde özel eğitime tabi tutulmuştu.
Akif’in İhvanla ilişkileri görünürde yok gibidir. Sebebine gelince İngiliz istihbaratının Ortadoğu merkez üssü Mısır’dır ve özellikle Türkiye’den gelenler takip edilmektedir. Akif’in kendisine cumhuriyet muhalifi görüntü verdiğine dair bir rivayet olmamasına rağmen kişiliği ve şiirleri dolayısıyla, Mısırda bulunan Türkler tarafından muhalif görüldüğü anlaşılmaktadır.
Akif İhvanla ilişkilerini Mısırlı dostları üzerinden gerçekleştirmiş, İngiliz istihbaratının radarına yakalanmamaya dikkat etmiş ve bunda da başarılı olmuştur. Bu dostları 1929’da vefat eden Abdülaziz Çaviş ile 1954’te vefat eden Muhammed Ferit Vecdi’dir. Aslında bu isimler haricinde de dostları olduğu ve bu dostlarının Hasan el Benna’nın etrafında halkalandığı Hasan el Benna’nın hatıratlarından anlaşılmaktadır.”(Düşünce Mektebi, Mehmet Akif Ersoy İhvanı Müslimin’in Kuruluşunda Yer Aldı mı? 06/12/2018)
Bu tartışma eğer Ekmeleddin İhsanoğlu’nun dediği gibi ise, Mehmet Akif'in Mısır'da kaldığı yıllarda İhvan mensuplarıyla görüşmemesi, Akif'in ümmet ve milliyet düşüncesinde belirgin bir değişim olduğuna işaret eder mi? Mehmet Akif araştırmacılarını bekleyen soru bu. İkinci ihtimal Mehmet Akif'in İhvan mensuplarıyla gizlice görüştüğü ihtimalidir. Kuşkusuz bu ikinci ihtimalin daha doğru olduğu görülüyor. Çünkü Mehmet Akif ile büyük ölçüde örtüşen isimlerle görüşmemesi çok mümkün gözükmüyor. İhvan’ın kuruluşunda etkilendiği Afgani ve Abduh aynı zamanda Mehmet Akif tarafından Mısır’ın en büyük zekaları olarak kabul edilmektedir. Mehmet Akif, ‘Safahat’ın ‘Asım’ bölümünde iki isim için şu ifadelere yer vermektedir:
“Mısır’ın en muhteşem üstadı Muhammed Abduh,
Konuşurken neye dairse Cemaleddinle,
Der ki Tilmizine Afganlı,
Muhammed dinle,
İnkılab istiyorum hem çabucak,
Öne bizler düşüp İslam’ı da kaldırmazsak,
Nazariye ile bir şeyler olur zannetme,
O berahini de artık yetişir dinletme.
İnkılab istiyorum ben de, fakat Abduh gibi.”
Bu ifadeler dile getiren Akif’in Mısır’da bulunduğu süre içinde, bu isimlerle yakın ilişki içinde bulunan İhvan mensuplarıyla ilişki kurmamış olmasını kabul etmek zor görülüyor.

