Önce heyulaya bir bakalım…
Heyula felsefede “sûretleri taşıyan, edilgin ve cevher güç” olarak tanımını bulmakla birlikte, ona, sözlükte “korku verici, ürkütücü hayal” anlamı verilir.
Korku ise, “bir ya da birçok belirsizlik karşısında çeşitli tehdit algıları ile tetiklenen, rahatsız edici ve olumsuz bir his” olarak tanımlanmaktadır.
Heyula için “korku verici” ifadesini kullanmamıza rağmen, bu, histen ziyade, kişiyi, ya da bir grubu, toplumu salt baskı altına almak ve o şekilde tutmak için, onu, bir şeyin hayali ile tedirgin etme anlamına geldiği söz konusu olur.
Bu tedirgin etme durumunun konumuz açısından “komünizm adına” soğuk savaş döneminde, o da sağcılık, millilik ve milliyetçi durumun toplumsal planda temellenmesi adına yapıldığını biliyoruz.
Sırf bunun için, hiçbir haklı ve “yerinde” bir temeli, sebebi bulunmamasına rağmen “Komünizmle Mücadele Dernekleri” kuruldu, kurdurulmuş oldu.
Bundan, beklenen ise, “komünizm heyulası” maskesiyle sağcılığa yol açmak ve ekonomiden tutunda hayat dair var olan hemen her konuda kapitalizme, dahası, onun sırıtan, sahte gülücükleri öne çıkaran olan yüzü addedilen liberalizme bir yol bulabilmekti.
Bir de bu ‘heyulaî düşünceye hayatiyet kazandırmak için, o maksada hizmet adına oluşturulan ve etki etmesi arzulanan ‘KMD’ler den daha ziyade işlevsel olan ve iç’e işleyen yönüyle çok etkili olduğu tecrübeyle sabit olan “bu kış komünizm gelecek” yalanı, salt bir şehir efsanesi olmaktan çıkmış, insanları zihinsel planda esir almıştı.
Evet, esir almıştı. Bu bir gerçekti, ama bu gerçeği, kafaları esir alınan nice insan hiçbir zaman hissetmeyecekti. Öyle de olmuştu.
Bu sayede, Sovyet korkusundan dolayı yönünü Batı’ya doğru çeviren ve “sözde” başlarda sol refleksler gösterip o yönde politikalar ürettiği vehmedilen Kemalist sistemde bu heyula fenomeninden alabildiğine yararlanmıştı.
Marksizm’e dair bir, iki kelâm…
Marksizm konusunda, onun mahiyeti ve aşağıdaki anlatımda da görüleceği üzere, Marksizm, bir takım seküler olguların bir araya getirilmesi sonucunda Karl Marks'ın eklektik davranarak, olgular arasında var olduğunu düşündüğü noktaları bulup bir araya raptetmesiyle oluştuğu söylenebilir.
‘Marks, zeki ve güçlü bir yazardır; ancak bir mucit değildir. O, sosyal sınıf kavramını Saint Simon'dan, mülkiyetin reddi konusunu önceki komünistlerden, Avon ve Proudhon gibilerden, materyalizmi Feuerbach'dan, diyalektiği ise üstadı Hegel'den almış ve bu ikisini birleştirip demiştir ki materyalizmde, yani maddenin asaletinde, maddecilikte, bütün insanî ve tabiî olguların tahlili madde esasına dayanır ve bu yaklaşıma göre madenin genel yasası diyalektik yöntemle yapılır. Bu idealist mantığın aksine, maddî dünyanın realist mantığıdır.(diyalektik mantık” (*)
Bize göre Marksizm, var olan seküler olguların bir araya getirilmesinin yanında, modern dönemin en belirgin göstergesi sayılan ve Batılı ülkelerin girişmiş oldukları sömürgecilik hadisesinde, kendi birliğini "geç sağladığı" gözlemlenen Almanya'nın sanayi toplumu olma yolunda ortaya koymaya çalıştığı çabaların bir ürünü olan ve karşımıza "Alman ideolojisi" olarak çıkan olgunun ete, kemiğe bürünmüş şekkinden başka bir şey değildir.
Marks'ın öngörüsünün aksine, devrim Britanya'da değil de Rusya'da gerçekleşti ve bu da Alman ideolojisinin kendisine alan bulmasıyla gerçekleşti.
Marksizm’i bir itici güç olarak kullanan ve kendini ona refere eden tüm sol, sosyalist hareketler ve yapılar, Öcalan’ın reel sosyalizmin çöküp sahneden çekildiğini sarahatle açıkladığı halde, bu yapıların, en azından bir kısmının, kendilerini Marksizm’den azade kılıp kendi yolunda günümüz batı düşünce skalası içerisinde “sol’a uygun ve aynı zamanda batının geldiği noktayı da teyit edecek olan bir anlayışa evrildiği söz konusu olduğuna göre Marksizm bir düşünce eylemi olarak elde kalacaktır.
Bu şekilde Marksizm’i, günümüzde de geçerliği olan ve Alman halkının kurulu sistemi ile birlikte, onun Avrupa’nın ve bir açıdan da dünyanın en büyük sanayisini barındıran gücü olarak tanımladığımızda, buna Alman ideolojisinin sunmuş olduğu katkıyı unutmamamızın elzem olduğu kendiliğinden ortaya çıkar.
Yani, Alman ideolojisinin, dolayısıyla Marksizm’in, bugüne dek etkilediği hareketler ve devletlerden ziyade, en büyük etkisinin Almanya’ya yönelik olduğu belirginlik kazanır.
Yani, o kendi epistemolojisi, maksadı ve “maddi planda” var olan görünürlüğü açısından, kendini Almanya ve Alman toplumu üzerinden var kılmaya devam edecektir.
Komünizme gelince…
Komünizm, kısacası, üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine kurulu sınıfsız, parasız ve devletsiz bir toplumsal düzen ve bu düzenin kurulmasını amaçlayan toplumsal, siyasi ve ekonomik bir ideoloji ve hareket olarak tanımlanmaktadır.
Sadece bu kısa tanıma dikkat çektiğimizde, insanlığın bilinmeyen geçmişinde, o iddia edilen şeyler var mıydı; bu ayrı bir konu, ama uzunca asırlar içerinde, insanlık ne sınıfsız, parasız ve ne de devletsiz olmamıştır denilebilir.
İlk kurulan devletler- haddi aşarak da olsa- kendini kutsal ile tanımlıyor ve gücünü de ondan devşirmeye çalışıyorsa, komünizmin “geçmişe dönük” var olan bir yapısından ziyade, epistemik açıdan modern dönemlerde vücuda geldiği kabul edilir.
Zira insanlık tarihi, bir açıdan kuralsızlık içerisinde değil, kutsalın varlığı keşif ile başladığı kabul edildiğinde, bu tür dünya görüşlerinin birer fantezi ürünü olduğu görülecektir.
Yani, komünizm yok hükmündedir!
Bundan dolayı, şunu iyi biliyoruz ki, komünizm, dünde olduğu gibi bugünde gelmeyecek, hatta gelecekte de.
Sebebine gelince ise, onun kendisi, bir düşünce ürünü olmasına, üzerine manifestolar yazılmasına, hakkında taraf ya da karşıt çalışmaların dikte edilmesine, ettirilmesine rağmen, gerçekleşmesi birçok açıdan mümkün olmayan bir temele irca edilecek oluşundan dolayı; gelip bizi bul(a)mayacaktı!
Bundan emin olmak için, ona yüklenen düşünceye ve misyona bir göz atmak yeterlidir.
Sosyalizme gelince…
Ama sosyalizm için, böyle bir şeyi söyleyemeyiz. Zira sosyalizm uzun yıllar, dünyada kör topal bir şekilde hükmünü icra etmişti. Hem de “kendi özgül ağırlığına sahip ol(a)madığı dönemler de coğrafyalarda “devlet kapitalizmi” olarak karşımıza çıkmıştı..
O, dün ve “bugün” olduğu gibi yarında var olabilir. O da, salt eşitlikçi bir yapıdan ziyade, paylaşımcı bir kimlikle sosyal bir sistem şeklinde zuhur edebilir.
“Bilimsel olarak kanıtlanmışlar ve daha sonra Lenin bunun inşası için bir plan hazırlamıştır. Sosyalizm bir gerçeklik haline gelmiştir ve bugün bir dünya sistemidir; özgür ve eşit ulusların sosyal, ekonomik ve siyasi ortaklığı. Sosyalizm sömürüye, açlığa, yoksulluğa ve işsizliğe son vermiş ve üretim araçları üzerinde bir kamu mülkiyeti kurmuştur. Ulusal bir ekonomi inşa etmiş ve kamu mülkiyeti ve planlamaya dayalı etkili üretken güçler geliştirmiştir. Sosyalist toplum, çalışan insanların toplumsal özgürleşmesini etkilemiş, yaşam standartlarını iyileştirmiş ve bireyin çok yönlü gelişimi için imkânlar sağlamıştır.”(**)
Yukarıdaki değerlendirmeye rağmen, sosyalizm, reelpolitik düzlemde ve ona izafe edilen "arzu ve istekler bağlamında" gayet anlaşılır ve hatta kabul edilir bir edayla anlatılmakla birlikte reelsosyalizmin soğuk savaş döneminin sona ermesi sürecinde; onun toplumsal bazda yapabileceği işlerin ve izlenen poltitikaların, kendini habire dayatan yeni durumlara uyduramadığından dolayı "en az" şimdilik miadını doldurmuş olduğu görülmektedir.
Keza, kapitalizm, her ne kadar toplumları eze, eze devam etse de, onun adeta "hacı yatmaz" misali sırtının yere gelmediğine bakıldığında, onun sırtının yere geldiği zaman gelip çatana kadar, sosyalizm gibi "büyük anlatı" kabilinden birçok dünya görüşünün maalesef esamesi okunmayacaktır.
Zaten, onun ta doksanlarda miadının dolduğuna tanıklık ettiğini öğrendiğimiz Öcalan’ın, otuz küsûr yıl sonra çöktüğünü itiraf ettiği reelsosyalizm, bu kez, ona birileri tarafından gereksiz, ama iştiyakla yeni bir anlam ve görev yüklenecekse, bu Newyork Belediye başkanlığı seçimini kazanacağına inanılan Hit asıllı Zohrab Mamdani’nin uygulayacağı var sayılan tütüne özgü bir sosyalizm olur.
Onun da, büyük oranda, Amerikan toplumunun kısm-ı azamisini bunaltmış olan “küresel” kapitalizmin var olan yanlışlarını sistem adına izaleye yöneliktir olduğunu düşünmek gerekir.
Bir de, komşumuz Yunanistan’da Aleksis Çipras’ın liderliğinde bir dönem iktidarda kalan sol, sosyalist Sriza örneğinde olduğu üzere, kendini o paradigmaya dayandıran birçok sol hareketin, öncelikte halka güven verdikleri, ama iş küresele gelip dayandığında reelsosyalizmin –en azından açılarından- reel liberal-kapitalizme yenik düştükleri görülmektedir.
Burada, sosyalizmi “ti”ye almak ve onu tahkir etme düşünce ve eyleminin olmadığını söylemek gerekir. Yaptığımız, sadece, onun geçirmiş olduğu evrelerden hareketle bir tespitten ibarettir.
Bu, bir heyula mıdır? Tabii k de hayır! Sadece, elde var olan olgular üzerinden kurgulanan, geçmişte uygulanması mantıklı bulunup uygulanan bir dünya görüşünün, paradigmanın günümüzde var olan karşılığının mahiyeti üzerine düşünmek kalıyor.
Sona geldiğimizde…
Marksizm’i, geçmişte maddi temeller üzerine” kurgulandığı şekli ve içeriğiyle Alman ideolojisi” olarak tanımlayıp ele aldığımızda bunun bir heyula olmadığı kendiliğinden kabul görecektir.
Ama iddia edildiği üzere reel durumlara ve belli bir zemine oturması mümkün değil ise, komünizm bir heyula olarak kalmaya devam edecektir.
Sosyalizm ise, geçmişte kendine uygulama alanı bulduğu ve buna rağmen reel zeminden koptuğu için geleceği tartışılacak olması, onun, heyula olgusu içerisinde ele alınmasını gerektirmeyecektir.
O, bundan böyle insanlara pek bir şey vermeyecek olsa da, olgu ve bulgu açısından ele alınıp değerlendirilecek oluşundan dolayı gerçekliği sabit kalacaktır.
Dipnotlar:
*)Marksizm, Ali Şeriati, 2013, Fecr Yayınları, Ankara
**)Sosyalizm Nedir? Dmitri Klenetyev, 2021 Sarmal Kitabevi, İstanbul