Cumhuriyet seçkinleri, Lozan’ı Türkiye’nin tapu senedi olarak gördüklerinden, tartışmaya açılmasını istememekteler. Ne var ki yüz yıldır çatışmaların hiçbir zaman bitmediği bölgemizde temel sorun Lozan’ın bölgesel gerçekliğe tekabül etmemesi ve bölgedeki şartlara uygun bir barışı sağlayamamış olmasıdır. Nitekim ABD’nin Türkiye büyükelçisi Tom Barack da, bunu teyit eden bir açıklama yaptı: Batı bir yüzyıl önce haritalar, mandalar, cetvelle çizilmiş sınırlar ve yabancı yönetim dayattı. Sykes-Picot anlaşması Suriye’yi ve bölgeyi imparatorluk çıkarları uğruna -barış için değil- böldü. Bu hata, nesillerin bedel ödemesine yol açtı. Aynı yanlışı bir daha yapmayacağız.
Kısacası Lozan, savaşı bitirmiş olsa da barışı sağlayamadı. İngiliz ve Fransız çıkarlarını esas alan harita, geride parçalanmış topluluklar ve bir türlü önü alınamayan çatışmalar bıraktı. Dolayısıyla buna yol açan Lozan Antlaşması da yüz yıldır tartışılmakta. Hele ki günümüzde olduğu gibi büyük dönüşümlerin yaşandığı zamanlarda, toplumların kaderini etkileyen kritik dönemlerde yeterince tartışılmamış ya da buna imkân tanınmamış meseleler, bastırılanın geri dönüşü olarak eninde sonunda gündeme gelecek ve atlanılmış tarihsel hesaplaşmalar yeniden yapılacaktır. Tarih bu anlamda bir hesaplaşmalar alanıdır ve toplumlar da her tıkanma noktasında geriye dönerek, yeni çözüm yolları ve uzlaşma biçimleri bularak yollarını açacaktır.
Lozan Antlaşması sürecinde Türkiye bağımsız bir devlet olarak sahneye çıkarken, dönemin sömürgeci gücü olan İngilizlerin özellikle Musul, Kerkük ve Körfez ülkeleri gibi petrol bölgelerindeki inisiyatifi kabullenilerek, Osmanlının mirasçısı olarak bu bölgelerdeki haklarından vazgeçecektir. Ne var ki Türkiye buna rıza göstermekle sükûna kavuşamayacak, bu vazgeçişle birlikte paramparça olan coğrafyanın sorunlarına da ister istemez maruz kalacaktır.
Bu parçalanmanın önemli bir tarafı hâlâ cari olan petrolün paylaşımı meselesiyse, daha önemli tarafı ise nüfus yapılarını göz önünde bulundurmayan sınırlar meselesidir. Öyle ki bu sınırların yapaylığı ve coğrafi/sosyolojik şartlardan ziyade emperyalist manipülasyonlara ve komplolara açıklığı, hâlâ etkisini sürdüren önemli bir sorunsal ve bu da mevzuyu günümüzde bile ister istemez tartışmaların odağında tutmakta. Bu süreç bir yandan Kürt sosyolojisini parçalarken, bir başka sorun ise Filistin halkının parçalanmışlığı ve İsrail’in küstahlığıdır.
Evet, Lozan savaşı bitirdi ama barışı sağlayamadı. Çünkü Lozan’da amaçlanan barışın sağlanmasından ziyade petrol bölgelerinin İngilizlerin inisiyatifinde tutulabilmesiydi. Bunun sonucu ise Osmanlı’nın mirasçısı olan Türkiye’ye dayatılan bu antlaşmanın bölgede yarattığı karmaşadır. Kürt isyanları işte bu karmaşa içerisinde kendisini sömürgeci müdahalelerden uzak tutmaya çalışan ama Kürdistan’ın büyük bir bölümündeki sorunlara da bigâne kalamayan Türklerle, İstiklal Savaşında olduğu kadar Lozan’da da Türklerin yanında olan ama sonuçta ise varlığı inkâr edilen Kürtler arasındaki çatışmaları ifade eder. Oysaki Lozan, azınlıkların olduğu kadar Türkiye’nin vatandaşları olan Kürtlerin ve Alevilerin de dil ve din özgürlüklerini teyit eder ve güvenceler.
Ne var ki bu konuda atılabilecek en önemli adım olan ve İstiklal Savaşı sürecinde bahsi edilen yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden, Cumhuriyet sonrasında olduğu gibi AB müzakereleri sürecinde de hep kaçınılmıştır. Ve hatta belki de AB’ye uyum sürecinin kesintiye uğraması da, yerel yönetimler şartı kadar, Türkiye’nin üniterliğini tartışmaya açmaktan kaçınan, bunu biçimsel bir egemenlik ihlali olarak gören tutumuyla ilgilidir. Oysaki dünyada çok dilli, çok dinli ve federatif üniterlik örnekleri de bulunmakta ama Türkiye, Osmanlı’nın dağıldığı bir sürece dair o bilinçaltı korkusuyla yeniden yüzleşmemek için kendi durumunu 1924 Cumhuriyetiyle sabitlemektedir. O ise Türkiye’de yaşayan herkesin Türk olduğuna, siyaset kadar kültürel hayatın da ancak bu şartlarda biçimleneceğine ve dolayısıyla da farklılıklara hayat hakkı tanınmayacağına dair faşizan bir anlayıştır.
Bu tür bir akıldan ve gerçeklikten uzak kabulün dayatılması sonucu vatanın paylaşıldığı farklı kesimlerle ortaya çıkan sorunlar, bırakın Lozan’ı, tarihsel ve toplumsal gerçekleri hiçe sayan, sömürgeci güçler karşısında yapamadığını içeride sağlamaya çalışan ya da muhtemel bir bölünme korkusuna karşı kendince tedbir almaya çalışan tipik bir İttihatçı ulusalcılığın tepkilerine dayanır. Oysa köprülerin altından sürekli yeni sular akmakta ve dünya sistemi sürekli değişmektedir. Türkiye’nin cari tutumunu sürdürebilmesi için ödediği maliyet ise kazanımlarını çoktan aştığından, sadece siyasal açıdan değil, iktisadi ve kültürel açılardan da ciddi bir tıkanmışlık içerisine girilmiştir.
Yüz yıldır süregelen bu gerilimler ve çatışmaların neticesinde, belki daha en başında kabullenilerek bunca akılsızlığın ve karşılıklı kayıpların yaşanmayacağı bir barışa ise ancak şimdilerde razı olunabildi. O da içerideki çatışmalar ve gerilimlerden ziyade, bölgedeki statükonun ciddi bir biçimde sarsıldığı şartların zorlamasıyla. Bu tip bir barıştan ısrarla kaçınmak isteyen ulusalcılar, 1921 Meclisinin ve Teşkilat-ı Esasiye Kanununun toplumsal farklılıkları dikkate alan görece demokratikliğine karşı, 1924’ün faşizme teşne cumhuriyetçiliğini esas aldılarsa da, ancak baskıcı bir tutumla sürdürülebilen bu politikalarla da bir yere varamadılar. Dolayısıyla günümüzde gelinen noktada kelimenin tam anlamıyla bir barış iklimine geçebilmek için asıl yapılması gereken, artık bu toplumu taşıyamaz bir hale gelen Cumhuriyeti demokratikleştirebilmektir.
Bölgemizde yaşanmakta olan kriz ise sadece Türkleri değil, Kürtleri de kritik bir tercihe zorladı ve bu süreçle birlikte kötümserler, ırkçılar ve savaş yanlıları bir kere daha kaybetti ve asla olmaz denilen o adım atılarak, PKK kendisini feshetti. İşin bu noktaya kadar gelmesinde yaşanan acıların ve barış için çaba gösteren sessiz kitlelerin görünmeyen etkisi kadar, ısrarla sürdürülmeye çalışılan savaşın da bir tıkanma noktasına ve dolayısıyla da tarafların sırtlarında artık taşınamayan yük haline gelmesi de etkili oldu. Yani her iki toplum, egemenleri daha bu noktaya gelmeden, silahlara dayanan bir mücadelenin anlamsızlığını kabullenmiş ve çatışmaların durdurularak sorunun siyasal yolla çözümlenmesine karar vermişti. Dolayısıyla da bu konuda herhangi bir dayatma varsa bu, savaşın artık sırtlarında taşınamaz ve anlamsız bir yük haline geldiğini gören halkların iktidarlarına barışı dayatmasıdır.
Bir dönem için ezilen ve baskı gören Kürtleri özgürleştirmek için yola çıkan PKK ise 1970’lerdeki kuruluş döneminin ruhunun etkisi altındaki bir oluşum. Tıpkı FKÖ gibi silahlı mücadeleyi özgürleşmenin ve bağımsızlığın bir şiarı olarak gören, görece sol bir söyleme sahip bir örgüt. Ama yerel sosyoloji kadar küresel şartlar da hızla değişerek bu başlangıç şartlarını aştı. Özgürlüğün ve özerkliğin kırıp dökmeyen, ötekileştirmeyen, demokratik çoğulculuğa dayanan daha insani ve kapsayıcı yollarının da olduğu görülebildi. Bir zamanlar ulusal savaşımın ve özgürleşmenin simgesi olan silahlar şimdilerde sadece Kürt halkının değil, onu bastırmak için olmadık yollar deneyen Türkiye devletinin ve halkının da omuzlarında ciddi bir yük haline geldi.
Bunun da ötesinde, bölgesel sorunlar artık çatışmalarla çözümlenecek bir basitlikte olmadığı gibi, ihtiyaç duyulan da ulusalcı daralmalar değil, bölgesel işbirlikleridir. Bunu sağlayabilecek olan ise barışı kalıcı kılabilecek olan, insan haklarına saygının etkinleştirildiği ve yerel yönetimlerin güçlendirildiği bir demokrasidir. Demokrasi ise bir siyasal kuram olmanın ötesinde, toplumsal pratiklerdir. Bir türlü hayata geçirilemeyen şûra ilkesinin, yani siyasetin tabandan itibaren örgütlendiği, birlikte düşünme ve birlikte eylemeye dayanan pratiklerin hayata geçirilmesidir. Sadece Türkiye ve Kürdistan’ın değil, bölgedeki Arapların ve sair halkların da dahil edildiği bölgesel bir uzlaşıdır.
Cumhuriyet bir kazanımdır elbette ama başladığı noktada kalan ve ulusalcı bir daralmayla bölgedeki değişen şartları ve ihtiyaçları okuyamayan bir diretişle, aşılması gereken bir zorbalığa dönüşmüştür. Bir tür modernleşme zorbalığı ki halklarını küstürmüş ve tepkin bir tutuma sürüklemiştir. Zira İstiklal Savaşı akabinde gelen kurtuluş sadece Türklerin kurtuluşu değil; Kürtlerin, Alevilerin, Süryanilerin ve sair halkların da kurtuluşuydu. Ama böyle olmadı. Bunun için en azından süreç içerisinde Cumhuriyet demokratikleştirilmeliydi ama kurucuların güvenliği bahane eden militarist bakışı, ülkenin zapturapt altında tutulmasını bağımsızlığı güvencelemenin yegâne koşulu olarak telakki etti. Dünya Savaşları arasındaki faşizan şartlar da buna uygundu. Ama ne yazık ki İkinci Dünya Savaşı sonucunun zorladığı şartlarda bile çok partili hayata geçiş, biçimsel bir riyakârlığın ötesine evrilemedi. Demokrasi olarak ileri sürülen ise kliklere bölünen ulusalcılığın halkı komünizmle korkutarak sürdürdüğü bir aldatmacaydı ve her önemli toplumsal talep ya da ihtiyaç, ayrılıkçılık, gericilik ya da bölücülük olarak itham edilip bastırılmaya çalışıldı. Bu ise Kürtleri bir iç savaşa zorladı ve bu, her iki halka da bir asrını ve nice seçkin kuşaklarını kaybettirdi.
Sonuç olarak önümüzde duran bu barış, aslına bakılırsa geç kalmış ve birçok fırsatın heba edildiği ve her iki tarafın da mecbur kaldığı yorgun bir barıştır. Bu nedenle üzerinde çokça konuşulmalı ve en temel sorun olan konuşamama bariyeri ilk aşılan bariyer olmalıdır. Bu bir sağaltım ve onarım süreci olabileceği gibi, muhtemel bir anlam ve güven bunalımını aşabilmenin de yegâne yoludur. 1921, 1924, 1946, 1960, 1980 ve akabinde gelen yıllar üzerinde yeniden konuşulmalı ve eleştirinin silahı silahların eleştirisinin yerini almalıdır. Günümüzün onarılması ve geleceğin önünün açılması, geçmişi örselemeden irdeleyen bir sağaltımla mümkündür. Bu yolla genişleyen ve rahatlayan bakışlar çevre ülkeleri ve halkları da rahatlatacak ve kim bilir belki de bu süreç zamanla bölgesel bir özgürleşme ve işbirliğiyle de sonuçlanabilecektir.
Kaynak: Farklı Bakış