Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923’te, İsviçre’nin Lozan şehrinde imzalandı.
Üzerinden 102 yıl geçti ama tartışmalar hâlâ bitmedi.
Son dönemde PKK’nin silah bırakması ve kendini feshetmesiyle birlikte, bu fesih bildirisinde yer alan Lozan tanımlamaları yeniden yoğun tartışmalara neden oldu.
Bu konuda, dediğim gibi, 102 yıldır konuşuluyor, yazılıp çiziliyor, herkes bir şey söylüyor.
Uzun uzadıya bunlara girmeyeceğim. Ancak bu 102 yıl içerisinde Lozan’la ilgili 2 ana tez, 2 temel iddia ortaya atıldı.
Bunlardan birincisi, özellikle Türkiye’deki İslami çevrelerin, dindar Müslümanların ve Kürtlerin sıkça dile getirdiği şu iddiadır:
Lozan bir ihanet belgesidir.
Neden?
Şöyle açıklanır:
Osmanlı İmparatorluğu Sevr Antlaşması ile parçalanmak istendi. Lozan’da, görünürde bu durum düzeltilmeye çalışılırken, yeni Kemalist kadrolar başını İngilizlerin çektiği yeni dünya düzenine katılma yönünde bazı angajmanlara girdiler. Onların talepleri doğrultusunda bir anlaşma imzaladılar. Bu anlaşmanın iki temel noktası olduğu ileri sürülür:
Bu birinci iddiaya göre; Batı Trakya Türklerinin Yunanistan’a bırakılması, 12 Ada konusunda hiçbir şey yapılamaması ve Misak-ı Millî sınırları içinde yer alan Musul vilayetinin (bugünkü Musul şehir merkezi, Kerkük, Erbil, Süleymaniye, Halepçe ve Duhok dahil) terk edilmesi de Lozan’daki bu yaklaşımın bir sonucu olarak görülür.
Ayrıca bugünkü Suriye toprakları içinde kalan Halep’in kuzeyi, Deyrizor ve Rakka illerinin de Fransızlara bırakılması, bu iddianın destekleyici unsurları arasında sayılır. Kısaca, burada gizli bir anlaşma ya da taahhütlerin olduğu; bunun sonucunda bugünkü Türkiye Cumhuriyeti topraklarının elde kaldığı, dinin toplumsal hayattan dışlandığı ve Kürtlerin yok sayıldığı öne sürülür.
İkinci iddia ise şudur: Hayır, söylenenlerin büyük kısmı doğru değildir. O dönemin kadroları ancak bu kadarını kurtarabilmiştir. Yani Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden, yıkıntılarından, yangınından geriye sadece bu kadarı kalabilmiştir. Bunun ötesinde bir şey elde etmeleri mümkün değildi. Ayrıca, Lozan Antlaşması’nın gizli maddeleri, anlaşmaları ya da taahhütleri yoktur.
Birinci iddiayı savunanların ileri sürdüğü gibi dinin toplumsal hayattan çıkarılması veya Kürtlerin yok sayılması, Batılıların ya da İngilizlerin dayatmasından değil, içerideki Türkçü, ulusalcı, İttihat ve Terakki’nin devamı olan kadroların kendi ideolojik tercihleriyle ortaya çıkmıştır.
Özetle:
Birinci iddia: Lozan bir ihanet belgesidir.
İkinci iddia: Hayır, o koşullarda ancak bu kadar kurtarılabildi.
Peki, bugün neredeyiz?
Ben bu konuda ciddi kanaat sahibi olanlardanım. Her platformda, her iki iddiayı da savunanlarla tartışabilecek bilgi ve değerlendirme kapasitesine sahibim. Ancak bugün o tartışmalara girmeyeceğim.
Şunu açıkça ifade edeyim: Ben, Lozan’ın ikinci iddiada söylendiği gibi “iyi niyetli” ve “saf” bir anlaşma olduğunu düşünmeyenlerdenim. Bu ayrı bir tartışma konusu. Bugün dikkat çekmek istediğim asıl mesele şu:
İkinci iddiayı kabul edelim: Evet, Osmanlı’nın küllerinden sadece bu kadarı kurtarılabildi. Ancak burada ilginç bir çelişki var. Bu iddiayı savunanların, “Biz buna mecburduk” tezlerini çürüten bir gelişme yaşandı:
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi (Gazi Meclis), bu anlaşmayı imzalamadı.
Bu anlaşmayı imzalamadığı için, Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından tasfiye edildi. Önce, muhalif kanadın önde gelen isimlerinden, İslami kesimin liderlerinden biri olan, 10 yıl İngiltere’de kalmış, donanımlı bir entelektüel, Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey, Topal Osman tarafından öldürüldü.
27 Mart 1923’te Ali Şükrü Bey öldürüldü; 4 gün sonra, 1 Nisan 1923’te Meclis feshedildi.
Haziran ayında genel seçimler yapıldı ve gelen ikinci meclis, 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması’nı onayladı.
Özetle söylemek gerekirse:
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden bu karar geçmedi, geçemedi.
Şimdi şu soruyu soralım:
“Bu insanlar zaten dünyayı bilmiyorlardı, daha fazlasını kurtaramazlardı” mı diyorsunuz?
Dediğim gibi, bu uzun bir tartışma.
102 yıl süren bir anlaşmayı 1200 yıl daha sürdürmek zorunda değiliz
Ben asıl şuraya gelmek istiyorum:
Farz edin ki o gün Türkiye Cumhuriyeti bu şartları kabule mecburdu.
Peki, arkadaşlar, bugün mecbur değil.
102 yıl süren bir anlaşmayı 1200 yıl daha sürdürmek zorunda değiliz.
“Lozan’ı yırtalım, atalım” demiyoruz.
Ama örnek verelim:
Avrupa, I. Dünya Savaşı’ndan sonra birçok yeni anlaşma yaptı.
II. Dünya Savaşı bu anlaşmaların çoğunu geçersiz kıldı.
Sonrasında yeniden anlaşmalar yapıldı. Ardından, II. Dünya Savaşı sonrasında ikiye bölünen Almanya birleşti, reel sosyalizm çöktü, Doğu Bloku dağıldı.
Yeni anlaşmalar yapıldı, yepyeni bir Avrupa Birliği kuruldu.
Tamamen farklı bir siyasal proje gündeme geldi.
Bu nedenle, “ihanet miydi, mecbur muyduk?” polemiklerine hiç gerek yok.
Geçelim bunları.
Bugün 24 Temmuz 1923’te değiliz.
O günkü şartlara mecbur kalmışsak bile, bugün değiliz.
Bugün yeni bir dünya kuruluyor.
Ortadoğu yeniden şekilleniyor.
Balkanlar ve Kafkaslar yeniden şekillendi.
Yugoslavya, Arnavutluk, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan bambaşka bir yere geldi.
Kafkaslar’da Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan gibi devletler kuruldu.
Durum böyle. Yani dün neye mecburduk, bugün neye mecbur değiliz; bunları oturup soğukkanlılıkla tartışalım.
Aksi takdirde, o günün şartlarını tekrar tekrar tartışmanın bugüne çok fazla faydası yok.
Gelelim işin Kürtlere bakan yüzüne.
Arkadaşlar, Kürtler… Maalesef bunu söylemek zorundayım, çünkü kitaplarımda da yazdım, yıllar önce kayda geçti: Kürtler Lozan’da dolandırıldılar. Evet, dolandırıldılar.
Niye?
Lozan’da Türkiye’de yaşayan Ermeniler, Yahudiler, Süryaniler ve Rumlar tartışılırken, Kürtler de tartışıldı.
Bu halkların hakları, hukuki statüleri ne olacak, konusu gündeme geldi.
Ve bugün laiklik ile övünen Kemalist kadrolar, o gün Lozan’da İslam hukuku temelinde bir savunmaya geçtiler.
Ne dediler?
“Şeriat hukukuna göre bizim geleneğimizde, Osmanlı’da, dinimizde azınlık ve çoğunluk kavramı bellidir. Azınlık (ekalliyet) gayrimüslimlerdir; Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Süryaniler, Ezidiler vs. için kullanılır. Kürtler Müslümandır, bizim kardeşlerimizdir. Kurtuluş Savaşı’nı birlikte verdik. Kürtler azınlık değil, çoğunluktur. Müslüman çoğunluğun bir parçasıdır.”
Bunu söylediler.
İsmet Paşa önderliğindeki heyet, İslami temelli bir savunma yaptı.
Ve Türkiye’de azınlık kabul edilen gayrimüslimlere eğitim, dil, kültür ve ibadet hakları tanındı.
Bugün İstanbul’u gezin, üzerinde “Fener Rum Lisesi”, “Ermeni Hastanesi”, “Ermeni Okulu” yazan binalar göreceksiniz.
Bunlar Lozan’da bu haklarını aldılar.
Ama bir halk vardı ki, bu azınlıklar arasında sayılmadı ve büyük bir haksızlığa uğradı: Süryaniler.
Süryanilere bu haklar verilmedi. Bizim Midyatlı, Mardinli, Diyarbakırlı, Urfalı, Adıyamanlı hemşerilerimiz olan Süryaniler, Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler gibi tanınmadı. Bu bir.
Gelelim Kürtlere.
Kürtler azınlık değil diye savunuldu ve sözde çoğunluk kabul ettirildi.
“Bu savaşta bizim ortağımızdırlar, asli unsurumuzdurlar” denildi.
Peki Kürtlere, çoğunluğun bir parçası olarak haklar verildi mi?
İşte dolandırıcılık burada.
O da verilmedi.
Yani Kürtlerin kendi ana dillerinde okul açmalarına, kurumlar kurmalarına, kültürlerini geliştirmelerine, folklorlarını yaşatmalarına izin verilmedi.
Azınlık kabul etselerdi azınlık hakları verilecekti. Çoğunluk kabul ettiklerine göre, çoğunluk haklarını vermeleri gerekirdi.
Ama onu da yapmadılar.
Bir diğer trajedi de şu:
Bugün Kürtler başlıca dört ülkede yaşıyorlar: İran, Suriye, Irak ve Türkiye.
Ayrıca Ermenistan ve Gürcistan’da da çok az sayıda Kürt yaşıyor.
Ancak nüfusları az olduğu için genellikle hesaba katılmıyor; bu yüzden “dört parça” ifadesi kullanılıyor.
Tarihsel olarak, Kürtler 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla önce ikiye bölündüler.
Bir parça İran’da kaldı, daha büyük parça Osmanlı İmparatorluğu içinde yer aldı.
Ve benim ailem de dahil olmak üzere Midyat, Mardin, Nusaybin’deki birçok büyük Kürt aşireti, Kasr-ı Şirin Anlaşması’ndan sonra Doğubayazıt’tan, Van’dan bu bölgeye göç etti ve buraya yerleşti.
Lozan’da ise bu kez Osmanlı İmparatorluğu içindeki Kürtler üçe bölündü: Bir kısmı Irak’ta, bir kısmı Suriye’de, büyük bir kesim ise Türkiye’de kaldı.
Yani Batı Trakya Türklerinin yaşadığı felaketin bir benzerini, hatta daha büyüğünü Kürtler yaşadı.
Şimdi Kürtler, “Arkadaş, biz birdik, bütündük. Daha 100 yıl önce aynı imparatorluğun vatandaşlarıydık. Gelin bu sınırları kaldıralım, bir olalım, büyük olalım, birlikte olalım” dediklerinde bu bölücülük mü oluyor?
Bu sözleri söyleyenlere “bölücü” diyenler alçaktır.
Kimsenin böyle bir ayrımcılık fikri yok.
Tarih ve coğrafya bilmeden yapılan konuşmalar, ihanet değilse cehalettir
Büyük bir entegrasyonun, büyük bir birlikteliğin peşindeyiz.
Ama hakkımızın, hukukumuzun da peşindeyiz.
Eğer çoğunluksak, çoğunluğun haklarının da peşindeyiz.
Mesela şimdi Musavat Dervişoğlu çıkıp bağırıyor:
“Lozan’ı deldirmeyiz!”
Yahu gel kardeşim, sen önce şu işin hesabını ver de biraz tarih oku, tarih!
Siz Lozan’da Misak-ı Millî’yi çiğnediniz.
Evet, çiğnediniz. Mecbur kaldık diyorsunuz.
Tamam, dediğim gibi tartışmıyorum; ama bugün mecbur değiliz.
Son Osmanlı Meclisi, bilindiği gibi, Misak-ı Millî sınırlarını belirledi.
“Bu vatan, Kürtlerin ve Türklerin birlikte yaşadıkları topraklardır” dedi ve sınır çizdi.
30 Ekim 1918 günü, “Osmanlı askerinin bulunduğu tüm topraklar Misak-ı Millî kapsamındadır” dedi.
Saydığım yerler -Musul, Kerkük, Süleymaniye, Halepçe, Erbil, Duhok, Deyrizor, Rakka, Halep’in kuzeyi- hepsi Misak-ı Millî’ye dahildi.
Sayın Musavat Dervişoğlu, biraz tarih okuyun. Meclis kararı var.
Hem Osmanlı’nın son meclisinin, hem de onun devamı olan Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin -gazi meclis- kararı bu yöndedir.
Bugün bu coğrafyada bir entegrasyon, bir birleşme, hak ve hukukların tanınacağı yeni bir Ortadoğu birliği sizi neden bu kadar rahatsız ediyor?
O Kurtuluş Savaşı günlerinde bile Irak’taki Şeyh Mahmud Berzenci (Allah rahmet eylesin), Suriye’deki Arap iktidarı ve Bağdat’taki yönetim, Anadolu ile birlikte hareket etmek, birleşmek, federasyon kurmak için Ankara’ya heyetler gönderdi. Tüm tarihî belgeler ortada.
Bunları açmadan, tarih ve coğrafya bilmeden yapılan konuşmalar, ihanet değilse cehalettir.
Kaynak: Farklı Bakış