Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ümit AKTAŞ


Küresel Savaş ve Stratejik Akıl

Ümit Aktaş'ın "yeni" yazısı...


Ortadoğu’da süregitmekte olan, küresel güçlerin de dahil olduğu sonu gelmez savaşım, zorun gücüyle önlenebilir belki. Ancak, her ne kadar insanın doğası pek değişmese de, sorun çözme süreçleri oldukça değişmiş durumda ve değişmeli de. İnsanız madem, yaşadıklarımız üzerinde düşünmeli ve dersler çıkarabilmeliyiz. O zaman ise zoru ve şiddeti sorunlarımızı çözebilmenin bir yolu olmaktan çıkarabilmeliyiz. Çünkü zoru ve şiddeti esas alan her yaklaşım ortaya güç ilişkilerini, çatışmayı ve silahlara başvuruyu çıkarmakta; yani savaşı. Savaş ise atlatmak zorunda olduğumuz eski bir hastalığımız; vahşete dayanan içgüdümüz. 

Bu ölümcül içgüdüyü bir kenara koyarsak, günümüz Ortadoğu’sunda savaşın meşrulaştırıcı ve/veya özendirici bariz iki kaynağı var. Birincisi asli anlamından saptırılarak savaşa indirgenen cihad kavramı, diğeri ise yirminci yüzyıl boyunca oldukça etkili olan Marxist devrimci savaş doktrini.  Cihad aslında bireysel ve toplumsal mücadele demek. Kur’an’da cihad ile ilgili ilk ayet de,  inkârcılara boyun eğme ve onlara karşı bununla (Kur’an ile) büyük bir cihada giriş, ayetidir. Büyük cihad kavramı sadece burada kullanılır ve bu da kitap ile verilen mücadeleyi kast eder. Ve bu, aynı zamanda toplumun da giderek daha da kitabileşmesi gerektiğine yapılan bir atıftır. Günümüz toplumu görece olarak daha kitabi bir toplum olsa da, bunun düşünsel bir derinleşmeye dair vurgusunun ihmalinden olsa gerek ki, insaniliğimiz kadar mücadele anlayışımız da bununla eş ölçüde kendisini değiştirebilmiş değil. Yani sorun çözümlerinde başat etken hâlâ silahlar ve onların giderek daha da yıkıcılaşan şiddeti. 

İkinci etken olan Marxist devrimci mücadelenin silahlı bir mücadeleye evrilmiş dili ve yöntemi de aslına bakılırsa temel öğretiden bir sapmaya dayanır. Marx’ın eleştirinin silahının silahların eleştirisinin yerini tutmadığına dair vurgusu, olsa olsa silahlara atfedilen bu üstüncülüğe dair bir hayıflanmadır. Sonuçta ise bu mücadele de Batı dünyasında etkinliğini yitirdikçe sömürgecilik karşıtı bir mücadele olarak sömürge ülkelere taşınacak ve orada bir zemini olmayan sınıf mücadelesi yerine sömürgecilik/ırkçılık karşıtı ve hatta ulusalcı bir bağımsızlık savaşımı biçimine dönüşecektir ki bu mücadele de çoğu yerde silahlarla verilen bir mücadeledir. Nitekim oldukça sembolik bir anlama sahip olan Filistin halkının yerleşimci sömürgeci İsrail’e karşı verdiği mücadele de her iki etkiyi de taşıyan ve büyük ölçüde silahlı bir mücadeledir. 

Filistin mücadelesi başlangıcından itibaren genellikle silahlı bir biçimde sürdürülürken, 1987 yılında başlayan ilk intifada ile silahsız bir mücadele biçimine geçildi. 1993 yılına kadar sürdürülen bu mücadele oldukça etkili olmasına rağmen, Körfez Savaşının olumsuz etkisi ve FKC (Filistin Kurtuluş Cephesi)’nin silahlı eyleme başlamasıyla yeniden silahlı mücadele biçimine geçildi. Bu ise silahsız mücadele sürecinde inisiyatifini kaybeden İsrail için bulunmaz bir fırsattı. 

Oysaki neredeyse Filistin mücadelesiyle aynı dönemde (Birinci Dünya Savaşı akabinde), Gandi ve Abdulgaffar Han tarafından İngiliz işgalcilere karşı başlatılan Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesi, silahsız bir yöntemle sürdürülmüştür. Güney Afrika’nın ırkçı ve sömürgeci yönetimden kurtuluşu da önce (1961 yılında) silahlı mücadele ile başlamışken etkili olamaz ve daha sonra (1990 yılında) Nelson Mandela tarafından silahsız mücadeleye dönüştürülerek ırkçı-sömürgeci yönetim bu yolla tasfiye edilir. İran’daki İslami mücadele de başlangıcından itibaren silahsız bir biçimde verilir. Burada da Humeyni, gerek Halkın Mücahitleri gerekse Marxist Tudeh’in ısrarına rağmen asla silahlı mücadele biçimine yönelmez. Suriyeli düşünür Cevdet Said de Baas Partisine karşı mücadelesini sivil itaatsizlik yoluyla verir ve günümüzde silahlı bir mücadelenin haram olduğunu savunur.

Görünen o ki (aslında oldukça geç kalınmış da olsa) toplumsal bir mücadeleyi artık belli ezberlerle, klişelerle sürdürmenin vakti geçmiş bulunmakta. Bunlardan birisi silahlarla simgelenen devrim kavramı. Şöyle ki, mücadelenin devrimci olması onun illa da silahlara dayanması ve şiddete dayanan bir yolu izlemesini gerektirmez. Esas olan toplumun değişmesidir ve önemli olan da bunun belli bir itidal içinde sürdürülmesidir. Aksi halde toplum ıslah edilecekken, silahlı çatışmaların yol açacağı birbirini ivmeleyen şiddetle ifsat da edilebilir. 

Kaldı ki herhangi bir hakkı savunma veya toplumu değiştirme mücadelesinin illa da silahlı olması diye bir mecburiyet olmadığı gibi silahlar çoğu zaman haklı amacı ortadan kaldıran bir aşırı şiddete ve yıkıcılığa da yol açabilir. Üstelik günümüzün silahları oldukça yüksek meblağlı teknolojileri gerektirdiğinden, silah üstünlüğü, gelişmiş bazı ülkelerin ve hatta kapitalist şirketlerin tekelindedir. O nedenledir ki Arnold Toynbee, Çanakkale Savaşı için, tarihin son şövalye savaşı tanımlamasını yapar.

Savaşmadaki amaç ise hakkın ve adaletin sağlanmasıdır. Dolayısıyla da mücadeledeki amaç da düşmanı değil düşmanlığı ve kötülüğü ortadan kaldırmaktır ki çoğu zaman düşman da yaptığının farkında olmayabilir ve o da aydınlatılmaya ve kurtarılmaya muhtaç olabilir. Ve yine mücadelenin asli amacı da zaferin değil, barışın ve özgürleşmenin sağlanmasıdır. Rakibe diz çöktürmek değil, onu ikna etmektir.

Geçmişte ise belki barış ve özgürleşme, çoğunlukla şiddetin ve savaşın çıktılarıydı. Zorun ve şiddetin etkisi olmaksızın bunlar üzerinde düşünülüp eylenilememekteydi.  Ama günümüzde şartlar oldukça değişmiş bulunmakta ve giderek zorun yerini akıl ve izan almakta ve de almalı. Dolayısıyla bakışlarını bu hedeften uzaklaştıran çabalar çeşitli biçimlerde yoldan çıkar(ılar)ak bu asli amacından uzaklaştığı sürece, ortaya konulan edimler de asli hedeflerinden sapacaktır. Tıpkı devrimci mücadelelerin devrime koşullu çabalarının da çoğu zaman mücadeleyi rayından çıkararak bir zorbalığa dönüşmesi gibi. Oysa asli amaç toplumun değişimidir ve bunun için tutumumuz devrimci olsa da, sürecin illa da biçimsel bir devrimle sonuçlandırılması da gerekmeyebilir.

Yine mücadele sürecinde katlanılabilir ölçekte ve mücadeleyi asli amacından uzaklaştırmayacak kertede şiddete başvurulabilse veya bundan kaçınılamasa da,  bu şiddetin illa da silahlı olması zorunlu bir koşul değildir. Daha da önemli bir sapma ise asli amacın özgürleşme/özerkleşme olduğu unutularak ulusal bağımsızlığın veya iktidarın ele geçirilmesinin temel bir amaç haline getirilmesidir ki bu da bir biçimde özgürleşme mücadelesinin, belli bir örgütsel yapının veya kişisel tahakkümün inisiyatifine tâbi ol(un)arak çığırından çıkarılması anlamına gelecektir. Abdullah Öcalan’ın geçtiğimiz yıl içerisinde yayınladığı bildiriyle PKK’yı silahlı mücadeleden vazgeçmeye ve mücadelenin demokratik yollarla sürdürülmesine dair çağrısı da bu tür bir sapmanın önlenmesi duyarlılığına dayanır.

Başa dönecek olursak, günümüz Ortadoğu’sunun temel sorunu, buradaki güç odaklarının ortak değerlerin paylaşılabileceği bir çoğulculuğu üretmek yerine, nüfuz alanını büyütmeye dönük bir düşmanlık politikalarına gömülmesi ve bu konuda küresel güçleri de bölgeye davet eden bir çatışmacılığa araçsallaşmasıdır. Oysa önümüzde Avrupa Birliği gibi bir tecrübe var ve burası da geçtiğimiz yüzyıl içerisinde iki kez dünya savaşı çıkaracak kadar şiddetli bir çatışma alanıydı.  Ama bu deneyimden ders çıkaran bir stratejik akıl, çatışma yerine uzlaşıyı, tahakküm yerine ise çoğulculuğu esas alan ve o gün için imkânsız gibi gözüken bir stratejiyi belli bir noktadan (Avrupa Kömür ve Çelik Birliği) başlayarak hayata geçirebildi.

Günümüzün Ortadoğu’sunda da buna dair çeşitli potansiyeller olsa da bunları kuvveden fiile geçirecek olan o stratejik akıl, genel toplumsal uzlaşıyı tikel iktidar hırslarının önüne geçirmeyi bir türlü becerememekte. Oysa burada Hz. İbrahim’den Hz. Muhammed’e kadar gelen kadim bir inanç ve kültür ortaklaşalığı olduğu gibi, su ve petrol paylaşımı gibi iktisadi bir zemin de bulunmakta. 

Ancak bu konuda öncülük edecek olan ülkelerin, mezhepçi, kavmiyetçi ve kültürel cepheleşmelerle bölünerek etkisizleşmesi bir yana, bu ülkelerin çoğu küresel güçlerin bir piyonu gibi de davranmakta. Öyle ki yıllardır gözlerimizin önünde süren ve Gazze halkını neredeyse yok oluş noktasına getiren çatışmalar karşısında bile olaya uzak, sessiz ve etkisiz bir seyirci gibi davranılmakta. Bu yetmediği gibi çatışmalar daha da genişletilerek küresel ölçekte bir savaşıma doğru evrilmekte. İsrail ve İran arasındaki emperyal nüfuz kavgası adeta dinler arası bir savaş gibi bölgeye yayılmakta. Bunun sonucu ise kendilerini aynı kökene (İbrahimî bir geleneğe) dayandıran her iki dinin temsilcilerinin dünyaya kötü bir örneklik vererek, insanlara savaşmaktan başka bir yol ve yordam sunamayan ve üstelik bunu da askeri-sivil hedef ayrımı gözetmeyen bir tutumla sürdürerek şövalyece değerlerden uzaklaşan bir çözümsüzlük hali sunmalarıdır.

Her ne kadar İsrail bölgede emperyalizmin şımarık çocuğu edasıyla davranmaktaysa da, buna karşı mücadele içerisinde olan İran da akilane bir strateji içerisinde hareket etmeyip, karşısındaki küresel güçle bir savaşıma girerken, tüm ümmeti ve hatta ezilen halkları temsil eden bir strateji yerine Şii bir hat üzerinden hareket etmiş ve bölge halklarını kendisinden uzaklaştırmıştır. Oysa daha da geniş bir stratejik çerçeveden hareket edilerek, emperyalizmin karşısındaki tüm halklar bu mücadele ekseninde birleştirilebilir ve mesele bir nüfuz meselesi yerine bir hakkaniyet ve insaniyet mücadelesi olarak da ortaya konabilirdi. Ama mesele getirilip yine ve sadece hizipçi bir stratejide ve bir silahlanma üstüncülüğü meselesinde çözümsüzleştirilmiştir.

Bu çözümsüzlükten çıkış içinse birkaç ülkenin bireysel çabasının ve Birleşmiş Milletler Cemiyetinin görece olumlu çabalarının ötesinde, temel anlamda iyiliği, haksızlıklara karşı durmayı ve adaleti savunmayı esas alan bariz bir yol göstericilik ve barışı esas alan etkili bir stratejik akıl bulunmamakta. Ve maalesef insanlığımız, onca birikimine ve deneyimine rağmen bu tür bir stratejik akıldan ve hikmetten hâlâ çok uzak.

Oysa insanlar doğrudan kendilerini ilgilendirmese de, sözgelimi Madleen Gemisi örnekliğindeki gibi, bölgesel veya küresel bir sorun karşısında insan haklarından, adaletten, hakkaniyetten yana tavırlar alabilir ve almalıdır da. Zalime, zorbalığa, adaletsizliğe, saldırganlığa karşı silahlara ve savaşa dayanmayan cepheler oluşturup bu cephelerle de bir mücadele verilebilir ve verilmeli de. Doğrudan küresel cepheleşmeler içerisinde bulunulmasa da göreli bir taktik siyasetle hakkaniyete dayanan bir ilişki biçimleri veya ağları oluşturulabilir. Ama patlatılan her silah, barış yanlılarının sözlerini ağızlarına tıkamakta, atılan her füze bastırılmış o vahşet duygularını yeniden ayaklandırmaktadır. Üstelik bu silahlar üretimden tüketimine değin çevresel felaketlere de yol açmakta ve dünyamız maddi ve manevi açılardan giderek önlenemeyecek bir kirliliğe gömülmekte.

Kısacası İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşturulan statüko artık dünyamızın sorunlarını çözememekte ve sorunların çözümünde yeni bakışlara, anlayışlara ve kurumlara ihtiyaç duyulmakta. Göçmenlerin haklarının savunulduğu yeni stratejilere, silahlanmaya ya da çevre sorunlarına ilişkin yeni mücadele biçimlerine ihtiyacımız var. Bu ve benzeri stratejiler ve mücadele biçimleri oluşturulamadığı ve çoğunluğun suskun kaldığı şartlarda ise insanlığın kaderi savaş baronları ve silah endüstrilerince beslenen iktidar odaklarınca belirlenecek ve insanlar yeryüzünde kanlar dökmekle temayüz eden varlıklar olarak kalacaktır. Ta ki yeryüzü kelimenin tam anlamıyla bir cehenneme çevrilinceye kadar!.. 

 

Kaynak: farklı bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR