Kur’an, İslam düşüncesinin merkezinde yer alan tek kaynaktır ve bu anlamda Resulün uygulamasını da kapsar. Çünkü tarihsel zeminde uygulanmayan hiçbir değer, insanlar için örnek oluşturmaz. Kur’an’ın değerleri soyut ve geneldir. Hz. Peygamberin uygulamasıyla örnek alınabilecek somut bir realiteye dönüşür. Peygamberlerin bizim gibi yaşayan insanlar olmasının hikmeti de budur.
Unutulmamalıdır ki, Kur’an da Hz. Peygamberden bize aktarılan ve doğruluğundan kuşku duyulmayan bir kitaptır. Bu anlamda Peygamberin ismet sıfatı devreye girer. Çünkü ismet sıfatı olmayan bir peygamberin vahyi bize doğru bir şekilde aktardığı üzerinde tartışma yapılabilir. Nitekim bazı oryantalistler bu tartışmayı yapmıştır. Hz. Peygamberin İsmet sıfatı vahyin her türlü kuşkudan uzak doğru aktarımı ile ilgilidir.
Öte yandan Peygamber adına uydurma hadisler söz konusu olduğundan, bu hadislerin sıhhati konusunda test kaynağımız olmalıdır ki, bu kaynak Kur’an ve akıldır. Kuşku yok ki, uydurma hadis hareketinin doğurduğu sorunlar, İslam düşüncesi açısından önemli bir sorun alanıdır.
Diğer yandan Kur’an’ın değerlerine ve akla uygun her söz de hadis değildir. İşte tam burada “yaşayan sünnet” devreye girer. Yaşayan sünnet, tıpkı Hz. Peygamberin yaptığı gibi, bir müslüman aydının yaşadığı çağın sorunlarına Kur’an ve Hz. Peygamberin metodolojisiyle cevap üretme faaliyetidir. Yaşayan sünnet, Kur’an’ın değerlerini yaşanılan zamana ve topluma tercüme etme çabasıdır. Bu çabanın aktüel adı ise içtihattır. İçtihat, Kur’an’ın değerlerini güncel olana tercüme eder ve yeni yorumların önünü açar. Bu anlamda ilk içtihat yapan Hz. Peygamberdir.
Öte yandan içtihat zannidir; bütün zamanlar için mutlak ve bağlayıcı değildir. İçtihadın zanni olması üretilen zaman ve toplumla bağlantılı ve sınırlı olmasından dolayıdır. Çünkü içtihadı yapan beşeri bir varlık olan insandır. Hiçbir insan, konumu bilgisi ve birikimi ne olursa olsun ismet sıfatına sahip değildir. Bu yüzden ilmi konumu bilgisi ve birikimi ne olursa olsun herhangi bir alimin içtihadı bütün zamanlar için geçerli sayılamayacağı gibi, yapılan içtihat üzerinden kimse tekfir edilemez. Tekfirin yapılabilmesinin tek ölçütü vahiydir. Vahyin tamamını veya bir bölümünü reddeden tekfir edilebilir. Ancak tekfir eden kişiye zulüm yapmadığı sürece herhangi bir dünyevi ceza uygulanamaz. Çünkü Allah, insanlara gönderdiği dini kabul ve reddetme özgürlüğünü vermiştir. Bu tercihin hesabını o görecektir. Bu yüzden Müslümanların mücadele etmekle yükümlü oldukları kafirler değil, zalimlerdir. Çünkü Hz. Peygamber müslüman olmayan Necaşi’yi, ” Adil bir kral ” olarak tanımlamıştır. Bu yüzden Müslümanlar, müslüman olmayanlarla adalet temelinde ortak girişimler yapabilirler. Gazze örneği ve Sumud pratiği bu anlamda en iyi örnektir.
Sahabeler bir konu tartışılırken Hz. Peygambere bu söylediğiniz vahiy mi yoksa kendi görüşünüz mü diye sormuşlar ve tavırlarını ona göre belirlemiştir. Dini olmayan sosyal ve siyasal alanlar müzakere alanıdır. Muaz bin Cebel hadisi iyi bir referans olabilir.
Peygamber Efendimizin Hz. Muaz’ı Yemen’e elçi, zekat memuru ve kadı sıfatıyla gönderirken kadılık yaparken nasıl hüküm vereceğiyle ilgili aralarında geçen konuşması Kur’an’ın ruhuna son derece uygundur.
Allah Resulü soruyor, Hz. Muaz cevaplıyordu:
– (Sana bir dava geldiğinde) nasıl hüküm vereceksin?
– Allah’ın kitabına göre hüküm vereceğim.
– (O konuda) Allah’ın kitabında bir hüküm bulamazsan?
– Resulullah’ın sünneti ile – Resulullah’ın sünnetinde de yoksa?
– Kendi görüşümle içtihat ederek, ona göre hüküm vereceğim.
Muaz soruları senelerce Resul’ün eğitiminde yetişmenin, onun terbiyesinden geçmiş olmanın verdiği birikimle yanıtlamış ve tam da istenen cevapları vermişti.
Allah Resulü elini Muaz’ın göğsüne koyarak duyduğu memnuniyeti şöyle dile getirdi:
“Resul’ünün elçisini (Resul’ünün arzuladığı cevabı vermeye) muvaffak kılan Allah’a hamdolsun.” (Tirmizi, Ahkâm, 3)
Yeni gelişmelere göre içtihat gereklidir. Kur’an bize temel değerleri verir. İçtihat, bir dönemde yaşayan alimin toplumsal sorunlara Kur’an ve onun uzantısı olan Sünnet çerçevesinde çözüm üretme çabasıdır.
Süruş’a göre Kur’an ve Hadis kaynaklarında ifade edilen dini hakikatler değişmez; ancak bizim dini anlayışımız, dinden ne anladığımız değişir. Kuşkusuz bu bir epistemolojik yanılabilirliktir. Çünkü dini anlayışlar yanılmaz, değişmez ve mutlak değildir. Herkes hakikat hakkında farklı düşünceler üretebilir. Ancak hiç kimse hakikat salt benim tasavvur ettiğim gibidir diyemez. Hakikat konusunda benim anladığım budur diyebilir. İnsanın hakikati kuşatacak yeterlikte olmadığını düşünüyorum. ” Her dini anlayış, son kertede bu metinleri bugünkü şartlar, birikimler, bilme tarzları, siyasiler çerçevesinde muhatap olduğu metni yorumlama faaliyetinden ibarettirler. Dolayısıyla bugün ‘ gerçek İslam’ şeklindeki iddiaların hepsi, İslam’ın ( hakikatin) bizzat kendisini değil İslam üzerine bir yorumu ifade etmektedirler. ” ( Mustafa Tekin, Müslüman Aklını Kurmak, Rağbet yayınları, s: 40)
İslam’ın temel kaynağı olan Kur’an’ın kendine özgü özellikleri vardır. ” “Kur’an’ın dramatik, etimolojik, semantik, tarihsel, bilimsel analizleri veya mistik ve metafiziksel yorumları ara mekanın iki yakasından birine odaklanan yaklaşımlardır. Kur’an’ın salt evrenselliğini veya salt yerelliğini savunan yaklaşımlar benzer şekilde ara mekanın iki yakasından birine ağırlık verdikleri için tek yanlıdırlar. Bu yaklaşımlar, salt yerel, kültürel ya da salt evrensel unsurları anlamak için üretilmiş dil formlarını Kur’an’a taktik ediyor görünmektedirler. Oysa Kur’an ara mekan veya sınırda konuştuğu için, yerel -evrensel, tarihsel- metafiziksel, akli -imani, bilimsel -bilim dışı, zahir- batın gibi karşıtlıklardan birine ait olmayan ara -dil formu ve tefekkür tarzının üretilmesini talep etmektedir. ” (Burhanettin Tatar, Sonsuzun Sınırında, Kuramer yayınları, s:VIII)
Kur’an’ı ara mekandan ( fizik- metafizik) konuşan bir kitap olarak gören anlayış önemli bir yaklaşımı barındırmaktadır. Bu anlayış, Kur’an’ı salt bir yönden ele alan indirgemeci yaklaşımların, Kur’an bütünlüğünü gözden kaçırdığı için, mesajının anlaşılması önünde engele dönüşmekte olduğuna işaret etmektedir.
Son dönemlerde tartışma konusu olan Tarihselcilik de böyle bir zaafa fazlasıyla açıktır. Çünkü Kur’an tarihsel zemin ile metafizik alanın arasında yer alan bir metindir. Onu salt tarihin bir dönemine ait bir söylem olarak değerlendiremeyiz.
Öte yandan hiç kimse Kur’an’dan anladığı şeyin mutlak, kesin ve Kur’an’ın tek anlama şekli olduğunu iddia ediyorsa bu iddia doğru değildir. Çünkü Kur’an, yanılma ihtimali olmayan bir kaynaktan gelir. İnsan ise beşeri bir varlıktır. Bu anlamda beşeri olmanın bütün zaaflarını taşır. Bundan dolayı ilmi birikimi ne olursa olsun kişi kendi anladığı şeyi Kur’an’a yüklenemez. Kişi, özellikle müteşabih ayetler konusunda Kur’an böyle diyor deyip kestirip atamaz; en fazla ” Kuran’dan benim anladığım budur” diyebilir.
Kaynak: farklı bakış

