Popülerlik, Rol Model Ve Ahlâk Üzerine Bir Deneme
1970 ya da 1971 yılıydı. Adana Altın Koza Film Festivali vesilesiyle sınıf arkadaşlarımın büyük çoğunluğu, film festivaline katılan artistlerden imzalı fotoğraf alabilmek için onların kaldığı otele gitmişti. Sınıfta yalnızca birkaç kişi kalmıştık. O gün yaşanan hadise, aradan geçen onca yıla rağmen zihnimde canlılığını koruyan bir düşünceye kapı araladı.
Müzik hocamız sınıfa girdiğinde, boş sıralara bakarak şaşkınlıkla
“Arkadaşlarınız nerede?” diye sordu.
Durum kendisine anlatılınca, kızgınlıkla ama son derece net bir cümle kurdu. O cümle hâlâ kulaklarımda çınlar:
“Arkadaşlar! Artistler toplumların kötülük önderleridir!”
Bu söz, ilk duyulduğunda sert ve genelleyici gelebilir. Ancak üzerinde düşünülünce, popülerlik olgusuna dair derin bir hakikati işaret ettiği görülür. Çünkü mesele, sanat ya da estetikten ziyade, toplumların kimi örnek aldığı, kimi taklit ettiği ve kimin peşinden sürüklendiği meselesidir.
Popülerlik, modern çağda ahlâkî bir süzgeçten geçmeden kutsanan bir güçtür. Çok görünür olmak, çok konuşulmak ve çok alkışlanmak; çoğu zaman doğru, iyi ve güzel olmakla karıştırılmaktadır. Oysa popüler olmak, insanı otomatik olarak örnek kılmaz. Bilakis, popülerlik ahlâkî bir sorumluluğu da beraberinde getirir. Çünkü geniş kitlelerin dikkatini çeken her davranış, farkında olunmasa bile bir “model” üretir.
Bugün gerek ülkemizde gerekse dünyada bazı artistlerin sergilediği tavırlara baktığımızda, müzik hocamızın sözlerinin ne kadar isabetli olduğunu daha açık biçimde görüyoruz. Hayatı, ölçüsüzlüğü, sınır tanımazlığı ve sorumsuzluğu yücelten bir dil; eğlence kisvesi altında normalleştirilmektedir. Böylece ahlâk, bireysel bir tercih değil; alay edilen, küçümsenen hatta aşılması gereken bir engel gibi sunulmaktadır.
Burada asıl problem, sanatın kendisi değildir. Problem, ahlâktan kopmuş bir popülerliğin, topluma yön tayin etmesidir. Çünkü ahlâkî referanslarını yitirmiş bir görünürlük, ister istemez yozlaşmayı da görünür kılar ve meşrulaştırır. Kitleler ise çoğu zaman sorgulamadan, sadece “meşhur” olana bakarak yön bulur.
Bu yüzden müzik hocamızın o gün söylediği söz, sadece artistlere dair bir eleştiri değil; toplumsal pusulanın kimlerin eline bırakıldığına dair bir uyarıdır. Popüler olanın değil, doğru olanın; alkışlananın değil, ahlâklı olanın önder kabul edilmediği toplumlarda, kötülüğün sıradanlaşması kaçınılmazdır.
Aradan yıllar geçti. Zaman değişti, yüzler değişti, sahneler çoğaldı. Fakat popülerlik ile ahlâk arasındaki gerilim hâlâ aynı yerde duruyor. Ve ben, bugün bazı “rol model”lere baktıkça, o eski sınıfta söylenen cümlenin ağırlığını daha derinden hissediyorum.
Ekranın Görünmeyen Ahlâkı Üzerine
Bu yazıyı kaleme aldıktan sonra zihnimde başka bir tablo canlandı.
Geçtiğimiz haftalarda bir televizyon kanalında yaşananlar, uzun süredir içimde biriken bir rahatsızlığı yeniden su yüzüne çıkardı. Bir kanal… O kanalın haber yayın yönetmeni, spikeri, programcısı ve birlikte çalıştıkları mesai arkadaşları… İsimlerini anmaya gerek yok; hatta kanalın adını zikretmek de gereksiz. Çünkü mesele kişiler değil, temsil edilen zihniyettir.
Televizyon, modern çağın en güçlü kürsülerinden biridir. Orada söylenen söz, yapılan ima, atılan kahkaha ya da sergilenen tavır; sadece ekranda kalmaz, zihinlere sızar. Bu yüzden ekran karşısında bulunanlar, sıradan bir kişi değil; farkında olsalar da olmasalar da insanların genelinin gözünde ahlâkî bir temsil makamındadırlar.
Ne var ki son zamanlarda, bazı televizyon kanallarında üst düzey yöneticilerden ekran yüzlerine, hatta mesai arkadaşlarına kadar uzanan bir çizgide; ahlâkî değerlerin ya küçümsendiğini ya da bilinçli biçimde ikinci plana itildiğini görmek mümkün. Ölçü, edep ve sorumluluk; yerini alaycı bir dile, sınır tanımaz bir rahatlığa ve “nasıl olsa izleniyor” özgüvenine bırakmaktadır.
Buradaki problem, bireysel zaafların varlığı değildir. İnsan hatalı olabilir. Asıl sorun, hataların normalleştirilmesi, hatta kimi zaman cesaretlendirici bir atmosfer içinde sergilenmesidir. Ekran, bu hâliyle bir bilgilendirme aracı olmaktan çıkıp, edepsizliğin ve ahlâkî duyarsızlığın vitrini hâline gelmektedir.
Medya mensupları çoğu zaman kendilerini “tarafsızlık” kavramının arkasına gizler. Oysa tarafsızlık, edepsizlik ve ahlâksızlık karşısında susmak değildir. Ahlâk, ideolojik bir tercih değil; insanî ve toplumsal bir zorunluluktur. Haber dili, sunum tarzı ve kurum içi kültür; ister istemez izleyiciye bir değerler dünyası sunar.
İşte bu noktada, yıllar önce sınıfımızda söylenen o cümle yeniden anlam kazanıyor:
Popüler olanın, görünür olanın ve sürekli ekranda tutulanın; eğer ahlâkla bağı kopmuşsa, toplumu iyiye değil, başka bir yöne sürüklemesi kaçınılmazdır.
İsim vermeden konuşmak, meselenin ağırlığını azaltmaz. Bilakis, meseleyi şahıslardan kurtarıp ilkeye taşır. Çünkü bugün bir kanal, yarın bir başkası… Ama ekranın karşısındaki sorumluluk hep aynıdır.
Ve asıl soru şudur:
Topluma yön verenler, kendi iç dünyalarında hangi değerleri merkeze alıyorlar?

