İnsan bazen hayatı hep kenardan izler. Ya da öyle zanneder. Bir köşeye sinmiş gibi görünür ama aslında bir dağın zirvesindedir. Gören olmaz, duyan az çıkar, anlayan belki hiç.
Ben o kenardan büyüyenlerdenim. Benim hikâyem, biraz sessizliğin, biraz geri duruşun, biraz da incinmişliğin hikâyesidir.
İlkokula başladığımda, görünmemek için en arka sıralara geçmiştim. Öğretmenin gözüne çarpmamak, kimsenin dikkatini çekmemek, yaramazlık yapmadığım hâlde cezaya uğramamak için belki... Ya da belki sadece orada daha güvende hissediyordum kendimi.
Sonra ortaokula geçtim. Yine aynı senaryo. En arka sıralarda oturuyordum. Lise de farklı değildi. Sınıfa girerken önümde birçok boş sıra olsa bile adımlarım beni hep arkaya götürüyordu. Üniversitede bile bu alışkanlık devam etti. Kalabalık amfilerde kendime hep bir köşe, hep bir arka seçtim.
Dört yıl boyunca kaldığım öğrenci yurdunda da hep aynıydım. Ortaya karışmaz, dikkat çekmezdim. Toplantılarda, derslerde, muhabbet halkalarında bir gölge gibi var oldum. Yemekhanede bile kimseyle göz göze gelmeden, en arkadaki masaya geçip sessizce otururdum. Kalabalıkta kaybolmak değildi muradım; kalabalığın dışında kalmak bir mecburiyetti sanki.
Hatta yemek sırasında biri önüme geçse, sessiz kalırdım. “Sen ne yapıyorsun?” diyemezdim. İçimde biriken onca cümle dilime uğramaz, kalbimin koridorlarında yankılanır dururdu. Çünkü bize çocukken öyle öğretilmişti: Susarsan büyürsün, kabullenirsen sevilirsin, kenarda durursan azarlanmazsın. Ama biz büyümedik, sadece içimize büyüyen bir yalnızlık ektik.
Camide de hep aynıydım. Çocukluğumda gittiğim camilerde en arkalarda yer bulurdum kendime. Farz namazlardan sonra hemen kenarlara çekilirdim. Bugün bile değişmedi bu alışkanlık. 16 Mayıs 2025 Cuma günü, üniversitenin mescidine gittim. Yine en arkaya geçtim. Sünneti orada kıldım. Sonra Cuma namazı için ayağa kalktığımda, usulca en arkaya dâhil oldum.
Bu sadece fiziksel bir tercihten ibaret değildi. Bu, içimize işleyen bir ruh hâliydi. Bize kim ne yaptıysa, biz kendimizi hep arkalara, hep kenarlara hapsettik. Ve bizi o kenara yakıştıranların büyük bir vebali olduğunu düşünüyorum. Bir çocuk neden ortada değil de kenarda güvende hisseder kendini? Neden bir genç kendi varlığını gölgede saklamayı öğrenir? Bunların cevabı bizim değil, bizi kenara itenlerin defterine yazılmalı.
Ama sonra hayat bir dönemeç yaptı. Ben öğretmen oldum. Ve o eski çocuk hâlimle sınıflara girdim. Sıralarda oturan çocuklara baktım. En arkada oturanları hemen tanıdım. Onların gözleri, bir zamanlar benim gözlerimdi. Onların sessizliği, benim yıllarca sustuğum yerdi. Onlara el uzattım. Onları yanıma çağırdım. Bazen “gelin yavrularım” dedim, masamın etrafına hilal gibi dizildiler. Bazen de ben kalktım, sınıfın en arkasındaki çocuğun yanına gittim. Dersi orada anlattım. Sınıfı oraya döndürdüm.
O anlarda bir hak yerini buluyordu sanki. Bir çocuk ilk kez ortada olmanın tadına varıyordu. Kalbi yerinden sevinçle fırlayacak gibi olurdu çoğu zaman. Ve ben her defasında içimden “hamdolsun” dedim. Ne doğru şey yapmışım. Ne büyük bir adım atmışım. Bugün geriye dönüp baktığımda, en doğru kararlarımın o arka sıralara yürüdüğüm zamanlar olduğunu görüyorum.
Ey bugünün öğretmeni, yöneticisi, büyüğü… Bil ki en arkada oturan bir çocuk sessizse, o sessizlik bir çığlığın içe dönmüş hâlidir. O çocuk seni sınamaz, seni reddetmez. Sadece senden “gel” demeni bekler. Onun yanına git. Onunla aynı hizaya otur. Ona merkezde olmanın ne demek olduğunu göster.
Unutma: Bir çocuğun hayatında, “ilk kez biri beni fark etti” duygusu bir devrim gibidir. Ve bazen bu devrim, sadece bir adımla, sadece bir tebessümle, sadece bir yanına oturuşla başlar.
Rabbim bizleri öyle gönüllerle donatsın ki kenardakini fark edebilelim. Hep görüneni değil, gizli kalanı da sevebilelim. Ve her bir çocuğun yüreğine şu hakikati yerleştirebilelim: Kenarda olmak bazen hikmettir. Ama orada kalıcı olmak kader değildir. Yeter ki biri el uzatsın, yeter ki biri gelsin…