Ortadoğu yine alev alev yanıyor.
Suriye'nin güneyindeki Dürziler, Suveyda ilinden Suriye askerlerinin çekilmesini talep ederek isyan başlattı.
Hemen ardından İsrail, her zamanki pervasızlığıyla komşu bir ülkenin iç işlerine doğrudan müdahale etti; Şam'ı ve Süveyde çevresindeki Suriye askerlerini bombaladı.
Şimdi televizyonlarda yorumlar havada uçuşuyor.
Herkes bir şey söylüyor:
İsrail ne yapmak istiyor?
Ortadoğu'da neler oluyor?
Suriye'nin geleceği nasıl şekillenecek?
Bizde çok meşhur bir söz vardır:
Ne kadıya gitmeye gerek var ne papaza...
Yani, durum o kadar açık ki, ister Müslüman ister Hristiyan bir din adamına gidin, yorum değişmez.
Buradaki mesele de aynı şekilde açık:
İsrail ne yapmak istiyor?
İsrail, çevresinde güçlü devletler değil, zayıf, parçalanmış, istikrarsız bir Ortadoğu istiyor.
Bunun ilk adımı olarak da parçalanmış bir Suriye hedefleniyor.
Bu yeni bir plan değil.
Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılmasının ardından, I. Dünya Savaşı sonrasında Suriye, İngilizler ve Fransızlar tarafından 6 parçaya bölündü.
Kuzeyde Halep Devleti, güneyde Şam Devleti, onun güneyinde bir Dürzi Devleti kuruldu.
Lübnan tamamen bağımsız bir ülke olarak tasarlandı.
Alevilere, sahil kesiminde Laskiye merkezli bir bölge ayrıldı.
Ve hepimizin bildiği gibi Hatay Cumhuriyeti ilan edildi.
Zamanla bu 6 parça toparlandı ve sayı 2'ye indi.
Lübnan tarihte yoktu: Yeni Ortadoğu'nun eski planları
Tarihte "Lübnan" diye bir devlet ya da ülke yoktu.
Lübnan ve Suriye zamanla 2 ayrı parçaya bölündü.
Filistin'in durumu ise ortada.
Çünkü bu sayılan bölgelerin tamamı -Ürdün de dahil olmak üzere- tarihsel olarak Biladü'ş-Şam adıyla anılır; yani “Şam beldeleri” olarak bilinir.
Bugün de İsrail'in ulaşmak istediği hedef, bu tarihi bölgeyi yeniden parçalara ayırmak.
İlk aşamada Suriye'yi 4 ayrı parçaya bölmeyi planlıyorlar:
- Bunlardan biri Dürzi,
- Biri Alevi,
- Biri Kürt bölgesi olacak.
- Dördüncüsü ise Halep, Şam, Hama ve Humus'u kapsayan, merkezde yer alan bir Arap devleti olarak tasarlanıyor.
Bu gerçekleşir mi, gerçekleşmez mi, nasıl olur, hep birlikte göreceğiz.
Ama şunu unutmamak lazım: Bugünkü planlar yeni değil.
Bunlar, geçmişte uygulanan senaryoların, projelerin bir devamı niteliğinde.
Türkiye-İsrail rekabeti
Yeni Ortadoğu denkleminde aslında en büyük rekabet Türkiye ile İsrail arasında yaşanıyor.
Çünkü İran'ın, Rusya'nın ve Baas Partisi'nin çekildiği alanı, siyasi etki ve nüfuz sahası olarak Türkiye doldurmuş durumda ya da en azından bunu hedefliyor.
Türkiye'nin Suriye devletiyle kurduğu ilişkiler oldukça güçlü.
Ayrıca içeride, Kürt sorununu kendi bakış açısıyla çözmeye çalışıyor.
İşte tam da bu nedenlerle, güçlü bir Türkiye, Kürt-Türk ittifakı ve bunun devamında Suriye'de askeri üsler kurabilecek bir Türkiye fikri, İsrail için adeta bir kâbus.
Durum bu kadar açık ve netken, bizim bazı aydınlarımız ve siyasetçilerimiz hâlâ meseleyi yüzeysel değerlendirmeye devam ediyor.
Bir yandan İsrail'e söz söylüyorlar, bir yandan Dürzileri hedef gösteriyorlar; Arap aşiretlerinin bir anda Dürzilerin üzerine yürümesini destekliyorlar.
Oysa bunların hepsi günübirlik, dar bakış açısıyla üretilmiş politikalar.
Peki, ne yapmalı?
Eğer mesele gerçekten uzun vadede Türkiye ile İsrail arasında bir nüfuz savaşıysa -ve bu mesele büyür, genişler ve Türkiye'yi de etkisi altına alırsa- bu sadece Türkiye'nin değil, tüm Ortadoğu'nun ve İslam dünyasının meselesi haline gelir.
İşte o zaman şu soruyu sormalıyız:
Bu sorunu sadece askerî çözümlerle mi halledeceğiz?
Birbirimizi bombalayarak, etkisiz hale getirerek mi çözüm bulacağız?
Dürziler ne kadar haklı, ne kadar haksız?
Aleviler ne ölçüde haklı?
Kürtlerin talepleri ne kadar meşru?
Bu konuları tartışmak yerine yapmamız gereken aslında tek bir şey var.
Evet, yalnızca bir şey.
Her şeyden önce, İsrail'in yürüttüğü politikalara karşı hep birlikte durmak zorundayız.
İsrail'in bu politikalarını haklı görmek, meşru saymak, onaylamak asla mümkün değildir.
Ancak sorunun esas kaynağı dışarıda değil, bizim içimizdedir.
Eğer Dürziler tahriklere kapılıyor, Suriye'nin kuzeyindeki Rojava'da Kürtlerin yaşadığı bölgelerde sorunlar yaşanıyor, Aleviler kendilerini güvende hissetmiyor ve hatta Suriye nüfusunun yaklaşık yüzde 11'ini oluşturan Hristiyanların da ciddi endişeleri varsa, o zaman bu sorunları gidermek ve bu endişelere çözüm bulmak zorundayız.
Burada sorumluluk hem Suriye rejimine hem Türkiye'ye düşüyor.
Yapılması gereken, bu sorunları vekalet savaşlarıyla, örgütler ya da aşiretler üzerinden birbirine kırdırarak dengelemeye çalışmak değil; kalıcı, köklü ve yapısal çözümler üretmektir.
Bu da ancak şu iki adımla mümkündür:
- Türkiye'yi demokratik bir hukuk devleti haline getirmek.
Şeffaf, adil, hukukun üstünlüğüne dayanan, ranttan, yolsuzluktan ve hırsızlıktan uzak bir ekonomik sistem kurmak. Gerçek anlamda demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti inşa etmek.
- Suriye'nin yeniden inşasına destek olmak.
Bu ülkede ekonomik, siyasi, kültürel ve askerî ittifaklar kurarak istikrarı sağlamak.
Suriye'deki Dürziler ne istiyor?
Bunu gerçekten anlatan var mı televizyon ekranlarında?
Bu insanların derdi ne?
Hepsi aynı mı düşünüyor?
Mesela Ahmet Şahra Şam'da göreve başlar başlamaz, dünyadaki Dürzilerin en tanınmış liderlerinden biri olan Velid Canbolat, Lübnan'dan -Beyrut'tan kalkıp- Şam'a geldi ve açıkça destek verdi.
Ki ben Velid Canbolat'ın, Lübnan dağlarındaki Muhtara köyüne kadar gitmiş, o bölgeyi gezmiş, tanımış, insanlarla doğrudan temas kurmuş biriyim.
Dolayısıyla bu tür meselelerde, ister Dürziler, ister Aleviler, ister Kürtler olsun; taleplerini ayırt etmek gerekir:
Meşru ve makul talepler ayrı bir yerde durur; art niyetli, tahrike açık ya da istismara açık talepler ayrı bir yerde.
Doğru olan nedir?
Hak ve hukuk neyi gerektirir?
Eğer bu grupların meşru hakları tanınır, hukuki çerçevede bir denge kurulabilirse, bırakın bir İsrail'i, on İsrail birden gelse, halk dediğimiz o güçlü toplumsal yapı buna izin vermez.
Kimse bir şey yapamaz.
Ama siz meşru ve makul talepleri gayrimeşru ilan ederseniz;
“Tek tip insan” anlayışıyla tüm farklılıkları yok sayarsanız;
Asimilasyonla, baskıyla, imhayla çözüm ararsanız;
Bu sorunlar çözülmez. Aksine derinleşir.
Türkiye'deki Kürt meselesi de böyle.
Alevi meselesi de böyle.
Dindar-laik gerilimi de…
Devletin bir asırdır dinle kurduğu ilişki de bu yüzden problemli.
Bu meselelerin çözümü, inkâr, imha, asimilasyon değil;
Tam tersine meşru talepleri anlamak, demokratik hakları tanımak ve gerçek bir kardeşlik hukukunu inşa etmektir.
Bazıları hâlâ şöyle düşünüyor:
Ne yaparsak yapalım, İsrail, Amerika, İngiltere, Rusya, Çin, İran… hatta Angola, Mozambik bile karışır!
(Evet, bu kısım ironi.)
Peki, karıştıracak bir şey kalmamışsa, neyi karıştıracaklar?
Eğer ortada kırılganlık, adaletsizlik, dış müdahaleye açık alanlar bırakmazsanız, kim neyi manipüle edecek?
Şunu mu diyorsunuz yani:
Tüm Kürtler, Dürziler, Aleviler, Hristiyanlar ve Türkiye'deki dindarlar;
Hepsi vatan haini, bölücü, gerici, dış müdahaleye açık, aptal insanlar mı?
Hayır.
Bu toplulukların meşru haklarını tesis ederseniz, yüzde 90'ı, yüzde 95'i mevcut düzene razı olur, katkı sağlar.
Geriye kalan yüzde 3- yüzde 5'lik işbirlikçi, satılmış, provokatör kesim de hiçbir etki yaratamaz.
Önümüzdeki en büyük mesele, hem Türkiye'yi hem de Suriye'yi gerçek anlamda demokratik bir hukuk devleti haline getirmektir.
Ancak bu sağlandıktan sonra, başta İsrail olmak üzere tüm kışkırtıcılara ve provokasyonlara karşı tek vücut, birlik içinde durabiliriz.
Kaynak: Inxdependdent Türkçe