İslamcılık hakkındaki kötü niyetli ve komplocu değerlendirmeleri bir kenara bırakırsak, bu konudaki eleştirilerin en önemli hatalarından birisi meseleye anakronik bir biçimde yaklaşılması. Öyle ki buna göre İslamcılık adı altındaki eğilim ve hatta akımların toplanabileceği yekpare bir bütünlük vardır. Bu yaklaşım, İslamcılığı varsayılan tarihinin en gerisine dek götürüp anlatıyı oradan başlatırken, kimi de oradaki tarihi günümüze taşıyarak oldukça farklı isim ve akımları aynı başlık altında toplar. Kimileyin bu bir kaçınılmazlıktır belki, görece benzer eğilimler söz konusudur çünkü ama kimi de sapla saman birbirine karışır ve bazısında tüm olumluluklar bazısında da tersi, aynı başlık adı altında yüceltilir ya da alçaltılır. El Kaide, Taliban veya Haşdi Şabi ile Mehmet Âkif veya Aliya İzzetbegoviç’in aynı akım içerisinde anılmasındaki garabet gibi. Oysa birinciler için sözgelimi cihad terörizme varan bir savaş iken, ikinciler için hak ve adaleti savunmaya dair bir toplumsal sorumluluktur.
Bu akımın en başındaki isimlerin (Cemaleddin Efgani, Muhammed Abduh) temel amacı ittihadı İslam’dır. Yani Müslümanların içerisine düştükleri zilletten kurtuluş için elbirliği yaparak yeni bir ortaklaşa akıl ve mücadele stratejisi geliştirmelerinin gerekliliğidir. Böylece, hakikati ataların kültürünün ve ezberlerinin tasallutundan kurtararak kaynağına gitmek ve ırmağı oradan doğru akıtarak, akışı (öz)gürleştirmek istemektedirler. Dertleri ise sömürgecilik altında şahsiyetlerini kaybeden koskoca bir dünyanın uyandırılması ve ayağa kaldırılmasıdır. Bu dünyayı oluşturan halkların yegâne benzerliği, sömürgeci işgale uğramış Müslüman halklardan oluşmalarıdır ki içlerinde Müslüman olmayan unsurlar da bulunmaktadır. Bu dünyanın kurtuluş yolu ise öncelikle sömürgeciliğin farkına varılması, buna karşı bir tutum oluşturulması ve elindeki biricik kuvvet olan nüfusun ortak bir ideal etrafında kenetlenmesidir ki bu da doğal olarak İslam’dır.
Genel olarak İslamcılığın kurucusu olarak anılan Cemaleddin Efgani eğitimini Afganistan, Hindistan ve İran’da tamamladıktan sonra hac için çıktığı yolculukta birçok ülkeyi yakından tanır. Bu adeta hayata nerden ve nasıl başlayacağına dair bir girizgâhtır. Doğduğu yere, Afganistan’a döner yine; hayata yeniden ve bilinçli bir biçimde başlamak için. 1867-1868 yılları arasında, Muhammed A‘zam Han’ın danışmanıdır. Kendisi için doğru bir yerdir bu ama İngilizler, yani sömürgeci amaçlar için kötü. Muhammed A‘zam devrilince, o da Hindistan’a geçer. Aynı sorun burada da vardır ve Hintliler, neredeyse üç yüzyıldır İngilizlerin sömürgesi altında yaşamaktadırlar. Tahammül edemez buna: Ey Müslümanlar! Siz insan değil de sinek olsaydınız vızıltınız İngilizlerin kulaklarını sağır ederdi! Ey Hintliler! Sizler su kaplumbağası olsaydınız İngiltere adasını yerinden söker denize batırırdınız!..
Haksız mıydı? Değil elbette! Ama onun dertleri kadar çözüm yollarının da günümüzle pek de benzerliği yok. Peki, günümüz akımlarıyla onu aynı eğilim altında birleştiren nedir? Cehalet ya da sömürgecilik karşıtlığı mı, toplumsal sorunlara karşı erken (ya da geç kalmış) bir farkındalık mı, düşünsel kısıtlılıkları aşma çabası mı, aklı başında bir tutum arayışı içerisinde olması mı, cesaret ve özgüveni mi, hurafelere ve sorumsuzluklara tahammülsüzlüğü mü, insan haklarına dair bir bilinç geliştirmeye çalışması mı?.. Sözgelimi benzer kaygıları taşıyan bir Seyyid Ahmed Han, Mahmud Muhammed Taha, Roger Garaudy, Nurettin Topçu veya Taha Abdurrahman gibi isimleri İslamcılardan ayıran nedir? İslamcılığın aktivizminden yoksunlukları mı yoksa daha derin endişeleri mi? Veya her ne yaparsak yapalım farklı çerçevelerin mümkün olduğu bir göreceliğin kaçınılamazlığı mı?
Öyle ki gelenekselciler veya muhafazakârlar açısından İslamcıların görüşleri ve çözüm için ortaya koydukları tezler, oldukça modernist bir tutumun özellikleri olarak dindarlıkla, Müslümanlıkla ilgisiz eğilimlerdir. Onlara bakılırsa İslamcılar yersiz yurtsuz, romantik yani ayağı yere basmayan, olmayacak hevesler içerisinde olan yani ütopyacı, müesses nizamı yıkma peşinde ama yerine ne koyacağını da bilemeyen, hayalci tiplerdir. Oysa İslamcılık başlığı altında birleştirilen isimlerin temel derdi tarihsel süreç içerisinde otokratik yönetimler ve ezberci ulema kadar sömürgecilerce de ayaklar altında çiğnenen ve unutturulan tevhid, hakkaniyet, adalet, insan onuru, bağımsızlık ve özgürlük gibi değerlerin diriltilmesi ve buna yol açan bilinç kaybının telafisidir.
Tarihi belli karakteristiklerin tekrarı temelinde okumaya çalışanların yaklaşımları farklıdır kuşkusuz. Ders alınmadığı takdirde tekrar kaçınılmaz olsa da, komplocu bir bakış, oldukça farklı tutumları toparlayarak sabitlerken, kimi gerçekleri ihmal eder ve kimi yakıştırmaları da olguya ekler. Bu ise anlatmayı olduğu kadar anlamayı da kolaylaştırsa da olayı hakikatinden uzaklaştırır. Sataşmalar kadar propagandalar için uygundur bu elbette ama düşünsel incelikten ve gerçekçilikten yoksundur. Düşünce ve gerçeklik ise görecelikler bakışı açısından ihmal edilebilir veya farklı yorumlara gelebilir yönler taşıyabilir. Ya da bir noktadan sonra anlatılar, ne olsa gider yaklaşımına teslim olur.
Gelelim sonraki kuşağa: Reşit Rıza, Şekib Arslan, Muhammed İkbal, Mehmet Âkif gibi isimlerin kuşağına. Orada artık küresel ülküler, köktenci tutumlar, ümmeti öne alan ve ulusallıkları silen tutumlar söz konusu değildir. Ütopik ve düşünsel ülkülerdense güncel ve yerel gerçekliklere çevrilmiştir bakışlar. Ümmetten ziyade ulusun kurtuluşunun peşinde ve buna razıdırlar. Dolayısıyla önceki eğilim artık geriye çekilmiş, ütopik olan yerini gerçekliğe bırakmıştır. Peki, önceki eğilim derken bir hakikatten mi yoksa kaba bir genellemecilikten mi söz ediyoruz? Yoksa salt aynı tarihlerde yaşayan isimleri ortak bir başlık altında mı toparlamaya çalışmaktayız? Çünkü Abduh siyasetle zinhar ilgilenmez ve toplumu kurtaracak olanın ilim olduğunu savunur. Efgani ise yeri geldiğinde bir müsteşrikin görüşlerini Şeyhülislam’a yeğleyen, Müslüman ülke liderlerinin aymazlığına karşı yeri geldiğinde Batılı ülkelerde bile müttefikler arayan ve etkileri hâlâ süren dergisini orada çıkaran bir aktivisttir. Peki, hangi kuşak eğilimlerinden, hangi ideolojik bütünlükten ve hangi tarihsel süreklilikten söz ediyoruz?
Daha yakına geldiğimizde ise öne çıkan isimler Mevdudi, Kutub, Şeriati, Aliya, Malcolm X… gibilerdir. Mevdudi demokratik bir siyasal mücadeleyi meşru görürken, Kutub bunu reddeder. Malcolm X bunların daha uzağında, bambaşka bir soruna, ırkçılığa ve hatta siyahilik meselesine odaklanmıştır. Şeriati, halkını Şah’a karşı içerisine düştüğü o mustazaflık durumundan kurtararak ayağa kaldırma peşinde olan varoluşçu bir aydındır. Aliya ise Batılılarla bile işbirliği yaparak halkını bağımsızlaştırma peşindeki bir düşünürdür.
Yegâne ortak noktaları Müslümanlıkları olan bu şahsiyetlerin zamandaş olmaktan başka ortak bir büyük teoriye sokulabilecek yönleri nedir? Müslümanlıkları olsa bile bunu ortak bir ideolojik tutuma taşımak için oldukça geniş bir çerçeve gerekirken, bu çerçeveyi kendi öncelleriyle bütünleştirmek ise daha büyük bir zorlamayı gerektirir. Karakteristik benzerlikleri söz konusu olsa da, en azından o kadar da farklılıkları vardır. Kaldı ki onları bütünleştiren o kaba ideolojik yaklaşım, aralarındaki oldukça derin ayrımları da silikleştirir. Ama evet, hepsi de emperyalizme karşıdır, hepsi de otokratik yönetimlerden rahatsızdır, hepsi de toplumlarının cehaletinden ve toplumsal sorumluluk yoksunluğundan şikâyetçidir ve hepsi de buna karşı adeta Sokratik bir tutum içerisindedir. Bu tutumun temel özelliği ise hakikat arayışını yerel gerçekliğe tercihidir. Peki, sorumlu herhangi bir aydının, düşünürün, insanın tutumu başka ne ola ki? Kör ve sağır mı kalmalıydılar yerel ve evrensel zulme ve sömürüye karşı.
Peki, Şeriati’nin Buda’dan Sartre’a değin düşünsel ve dinsel farklılıkları diyaloğa soktuğu o yürekli ve derinlikli düşünsel söylemini Şiici bir egemenlik hevesiyle ortak bir bahse sokmak mümkün mü? Öte yandan İslami değerlerin kendilerinden ziyade Batı dünyasında tecelli ettiği bir dönemde, Müslüman coğrafyasının, dini, salt etkili bir ideolojik söylem olarak kullanmaktan başka bir dertleri olmayan ilkesiz, tutarsız, iktidar şehveti içerisindeki siyasal liderlerini, cemaat önderlerini, siyasal ihtiraslarını ve bastırılmış heveslerini tatminden başka dertleri olmayan maceracılarını bunlarla aynı eğilimin birer parçası olarak mütalaa etmek nasıl bir izan ve bakıştır?
Sultan Abdülhamid’i öne çıkaran günümüzün iktidarıyla, ona karşı muhalefetin en önlerindeki Mehmet Âkif’i, Hamdi Yazır’ı, Said Nursi’yi aynı bütünlüğün birer parçası olarak gören bir bakışa hezeyandan başka nasıl bir anlam ya da kıymet verilebilir ki? Hele bu bakış bir de kendisine bilimsel/düşünsel bir bakış değeri atfediyorsa ve buradan türettiği çıkarımlarıyla Erdoğan’ın ideolojik fırsatçılığına tapınan kitlelerin bu tapıncını aynı ideolojik çuvalın içine dolduruyorsa, o zaman sözü edilen artık bir İslamcılık eleştirisi değil, ideolojik bir tutumun karşı saldırılarıdır.
Şüphesiz ki başlangıçtaki sömürgecilikten kurtuluş çabasının haklı çırpınışlarını ve söylemsel aktivizmini sürdürmeyi gerekli kılacak ideolojik, siyasal ve ahlaki zemininin günümüzde artık bir karşılığı yoktur. Dolayısıyla da tarihi hâlâ o ayarda tutmaya çalışmak doğal olarak bir abesliktir. Günümüzün öncelikleri kadar sorunları ise oldukça farklılaşmıştır. İslam dünyasının hâlâ önemli zaafları olsa da bunlar siyasal olduğu kadar ahlaki, düşünsel ve insani değerlere özgüdür. Ve hatta bu anlamda soyut bir İslam dünyasından söz etmek de giderek anlamsızlaşmakta; çünkü oldukça muğlak ve farklı uzaylara savrulan bir dünya(lar) söz konusudur. Sözgelimi Filistin’in ayaklar altında çiğnendiği bir vasatta, İsrail’in en büyük destekçileri de bölgedeki Müslüman ülkelerdir. İnsani değerlerin ayaklar altında çiğnendiği bir vasatı, basmakalıp adlara indirgenmiş bir biçimsellikle birleştirmenin anlamsızlığı ise ortadadır.
Çeşitli çıkar ve siyaset şebekeleri muğlak bir anlatıyı savunmayı sürdürebilir ve ideolojik bir maske olarak da İslamcılığı yedekleyebilir. Ama aklı başında bir tutum bunları özenle ayırmasını bilmelidir. Zira şayet böylesi bir dünya varsa bu dünyanın en önemli sorunu, otokratik zorbalıklar ve bunların baskıladığı insani değerleri hiçe sayan ahlaki yozlaşmadır. Bu ise toplumun gerçek ihtiyacı olan şeffaflık, demokrasi, hesap verilebilirlik, güçler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, siyasal katılım, insan hakları ve özgürlüklerinin gelişimini önlemektedir. Peki, İslamcılığın karşısında saf tutanlar, sözgelimi Kemalizm, Nasırcılık, Şahcılık, Sultancılık ya da Körfezdeki krallıklar, bu değerleri savunmak için mi İslamcı akımlara karşı bir tutum içerisindedirler? Körfez ülkesi zorbalıklarının İslamcılığa savaş açması, kendilerini alaşağı edebilecek muhtemel yegâne eğilimin İslamcılık olmasıyla ilgili değil mi?
Kuşkusuz bu, temelinde mevcut durumdan rahatsız ve bunu değiştirmek için toplumun özsel güçleri kadar modern değerleri de umursayan oldukça karmaşık eğilimler yelpazesini aynı isim altında ifade etmek, bir tür genellemecilik. Buradaki temel mecburiyet, bir yenilenme ve özgürleşme çabasının aynı zamanda sömürgeciliğe ve otokrasilere karşı savaşımla koşut bir biçimde sürdürülmesinden kaynaklanan bir benzeşmeye dayanmakta. Bu benzerlik ise yakıtını ve fikirlerini büyük ölçüde İslami bir söylem üzerinden ifade eder. Bu, sadece bir kaçınılmazlıktan öte bir gerekliliktir de. Ataların ocağından alevin taşınması gerekmektedir çünkü ama bu yapılırken, bir ırmak gibi ama kaynağına doğru değil de denize doğru akılmak koşuluyla. Bu denizin ne olduğu ise malum ve bu akış, yeryüzünün bütün ezilen, sömürülen, baskılanan, özgürlük kaybına uğratılan, inançlarını yaşamaları engellenen toplumlarını ister istemez benzeştirir.
İran, Türkiye, Mısır gibi ülkelerdeki zorbalıkların tasfiyesi için yola çıkan güçleri birleştiren çeşitli tepkisel eğilimlerin iktidarlarındaki söylemleriyle eylemleri arasında ortaya çıkan çelişkilerin yol açtığı siyaset açığının dinî bir söylemle kapatılmaya çalışılması, iktidar değişimine rıza göstermeyen bir zalimleşmedir. Dinin bu kullanım biçimi temelde ahlaki, sosyolojik, sınıfsal, kültürel ve demokratik yoksunlukların bir tezahürüdür. Her ne kadar buradan çıkış ülkelere göre farklı tutumlara ve yollara bağlı ise de bilhassa Türkiye’de her şeye rağmen hakikatle bağlarını koruyan kesimlerin yapması gereken, iktidar kaybını göze alarak eleştirel bir tutuma yönelmek iken, özellikle cemaatler, vakıflar ve dernekler gibi kitlesel kurumlar, bu kaybı göze almaktansa iktidara tutunmayı çıkarsal bir mevzi savunması haline getirdiklerinden, bunun sonucu zorunlu olarak zalimliğin savunulması ve bir düş kırıklığıdır. İktidar savunusunun içgüdüsel bir tepkiye dönüştüğü bu hakikat kaybının dinî bir söylemle kapatılmaya çalışılmasının, bir önceki kuşağın ulusalcılığından pek de farkı yoktur. Düşünsel bir sorumluluğa sahip bir bakış ise bu biçimsel benzeşmelerin ve tepkilerin ötesini, daha alttaki zafiyeti, ihtiyacı ve sorunu açığa çıkararak buradan genel bir toplumsal ve siyasal çözümlemeye ve eleştiriye gidebilmeli.
Bu eleştirel süreç kimi rövanşist eğilimlerin İslam’la hesaplaşması biçiminde tezahür etse de, aklı başında bir tutum bu tür tepkimelerin kısır döngüsüne düşmek yerine, bu koşulları aşan bir tavrın kapsayıcılığına yönelmelidir. Bu ise farklı bağlamlarda ifade edilen olumlu eleştirileri ve arzuları dikkate alan, dolayısıyla da bunların yerine bir otokrasiyi, zorbalığı, kişisel ya da örgütsel çıkarcılığı ikameye yeltenen tutumların reddini gerektirir. Hayat kuşkusuz ki bir imtihandır ve her hamlede kimileri dökülürken kimileri de hakikatin, adaletin ve insani değerlerin savunulmasına dair tutumunu korumayı sürdürür. Sözgelimi kimi Müslüman ülkelerin ya da halkların İsrail’in zulmüne sessiz kalmasına ve hatta onunla işbirliğini sürdürmesine karşı, birçok sair ülke veya halkların ise ısrarla bu zalimliğe karşı tepkilerini ortaya koymaları gibi.
Kaynak: Farklı Bakış