İnsanın yaratılışı, terakki, şiddetin tarihsel serüveni ve insanlık tarihini anlamak için, aynı zamanda insanın iç dünyasındaki çatışmayı da anlamak gerekiyor.
Yeryüzündeki varoluş hikâyemiz yalnızca biyolojik bir süreç değil; felsefi, ahlaki, dini, insani ve toplumsal boyutları olan çok katmanlı bir serüvendir. Kur’an’ı Kerim’in insanı “halife” olarak tanımlaması, bu yolculuğun yalnızca maddi ihtiyaçlara göre değil, aynı zamanda değerler, sorumluluk ve adalet üzere şekillenmesi gerektiğine işaret etmektedir. Fakat tarihsel akışa baktığımızda, insanın gücü arttıkça bu sorumluluk bilincinden uzaklaştığı görülmektedir.
Bugün insanlık, teknik olarak zirvelerdedir; fakat moral, etik ve adalet bakımından çöküşün eşiğindedir. Bu çelişkinin kökeni, insanın maddi ilerlemesi ile manevi olgunluğu arasındaki makasın giderek açılmasıdır.
İnsanın ilk silahı bir taş parçasıydı. Belki de bir avuç toprak idi. Sonra sopa, sapan, mızrak, kılıç… Zamanla barut bulundu; tüfekler ve toplar icat edildi. Ardından sanayi çağının ürünleri geldi: makineli tüfekler, tanklar, uçaklar. Derken 20. yüzyıl insanın yıkıcılık kapasitesini en üst seviyeye taşıdı: atom bombası, kimyasal silahlar, nükleer başlıklar, balistik füzeler, drone sistemleri ve bugün yapay zekâ destekli otonom öldürme araçları…
Bu kronoloji, insanın aklının keskinleşmesiyle merhametinin aynı oranda artmadığını; teknik gücün etik gücü solladığını gösteriyor.
Bu yüzden Mehmet Âkif’in uyarısı bugün çok daha anlamlıdır:
“Terakki eden yalnız fen ve teknik ise, insanlık tek dişi kalmış bir canavar olur.”
Bu ifade, ahlaki terbiye olmadan güçlenen insanın bir medeniyet öznesi değil, kontrolsüz bir tehdit olacağını veciz bir şekilde dile getirir. Çünkü teknik ilerleme, ahlaki bilinçle dengelenmediğinde insanın ufku büyür, fakat kalbi küçülür.
Bugün dünyayı şekillendiren güç ilişkilerini anlamak için sadece teknolojik gelişmelere bakmak yetmez; insanın içindeki çatışma, güç arzusu, nefsi eğilimler, insan psikolojisinin ve dini metinlerde tarif edilen nefis mekanizmasının da anlaşılması gerekir. Kur’ân’ı Kerim’in “nefs-i emmâre” dediği yapı, kontrol edilmediğinde insanı şu üç temel eğilime sürükler:
1. Hükmetme arzusu
2. Şiddet üretme eğilimi
3. Haddi aşma (istikbar) duygusu
Bu sebeple bir insanın elindeki küçük hacimli bir cihaz, binlerce insanın hayatını belirleyebilecek bir etki alanına dönüşebilmektedir. Bu durum modern dünyada güç ile sorumluluk arasındaki kopuşun dramatik bir göstergesidir. Maddi kudret artmış; fakat manevi denge zayıflamıştır.
Toplumların kentleşmesi, sanayileşmesi, altyapı ve üstyapı sistemleri inşa etmeleri mümkündür; ancak ruhun altyapısını inşa etmek çok daha zor ve uzun bir süreçtir. Bu süreç ihmal edildiğinde ortaya modern ama ruhsuz, güçlü ama vicdansız bir insan tipi çıkar.
İnsanın yaratılışına dair İslam düşüncesinde ortak kanaat açıktır: İnsan, sadece dünyayı yönetmek için değil, önce kendini yönetmek için yaratılmıştır. Yeryüzündeki halifelik misyonu; adalet, merhamet, edep, sorumluluk ve ıslah gibi ahlaki ilkelerin taşıyıcısı olmayı gerektirir.
Gazalî’nin ifadesiyle insanın gerçek mücadelesi “dışarıdaki düşmanla değil, kendi nefsiyle verdiği mücadeledir.” İnsan kendi içindeki bu mücadeleyi kaybettiğinde, teknoloji bir imkân olmaktan çıkar, yeryüzüne bela olur.
İşte bu nedenle insanın varoluş amacı, teknik ilerlemeyi değil, ahlaki ilerlemeyi öncelemeyi gerektirir. Çünkü değerler güçten önce gelir; gelmediğinde güç yozlaşır.
Tam da burada Bediüzzaman Said Nursî’nin şu sözü, insanlığın kriziyle ilgili asırlık bir tespiti yeniden önümüze koyar:
“Terakki, yalnız maddiyatta değildir; asıl terakki, kalpteki ve ruhtaki yükseliştir.”
Bu söz, bugünün dünyasında belki hiçbir dönemde olmadığı kadar günceldir. Çünkü yıkım araçlarının hacmi küçülmüş, etkisi büyümüş; fakat insanın kalbi küçülmüş, merhameti azalmıştır.
İnsanın yaratılış gayesi unutulduğunda, güç adaleti değil tahakkümü beslemeye başlar. Teknik ilerleme, ruhî ve ahlaki ilerlemeyle desteklenmediğinde insanlık cehennemi kendi elleriyle kurar. Bugün dünya tam da bu eşikte duruyor.
Gerçek ilerleme;
— Fen ile ahlakın,
— Güç ile edebin,
— Akıl ile vicdanın birlikte yükselmesidir.
Aksi takdirde insanlık, Akif’in işaret ettiği o “tek dişi kalmış canavar” hâline dönüşmeye devam edecek; güçlü olacak ama zalim, gelişmiş olacak ama hikmetsiz, bilgili olacak ama erdemsiz…
Asıl felaket ise, insanın kendisini geliştirdiğini sanarken, dünya ve ahiret yaşamında kendisini bitirmesidir.

