İNSAN
Hak ve Anlam Ekseninde İnsan
Giriş
İnsan nedir? Nereden gelip nereye gitmektedir? Yaşamının anlamı nedir ve bu dünyadaki yeri neyle tanımlanabilir? İnsanlık tarihi boyunca düşünürler, dinler, medeniyetler ve bireyler bu sorulara cevaplar aramıştır. Zira insan, sadece biyolojik bir organizma değil; akıl, vicdan, değer ve sorumluluk taşıyan bir cevaptır. Onu anlamak, yalnızca kendimizi değil; toplumsal yapıyı, ahlâkı, hukuku ve medeniyetleri de yeniden anlamaktır.
Varlık Kategorileri İçinde İnsanın Yeri
Varlıklar genel olarak dört temel kategoride incelenir: cansızlar, bitkiler, hayvanlar ve insanlar. İnsan, bu hiyerarşide yalnızca fiziksel yapısıyla değil; düşünebilmesi, anlam arayışı içinde olması, ahlaki tercihler yapabilmesi ve sorumluluk taşımasıyla ayrılır. Akıl ve irade, insanı diğer varlıklardan ayıran temel unsurlardır. Bu özellikler onu hem özgür hem de sorumlu bir varlık hâline getirir. İnsan, kendi varlığının farkında olan; kendisi üzerine düşünebilen ve varoluşunu sorgulayabilen yegâne canlıdır.
İnsanın Anlam Arayışı
İnsanın en temel özelliği, anlam arayışıdır. Bu arayış; inançla, ahlâkla, sanatla, bilimle ve ilişkilerle dışavurum bulur. İnsan yalnızca “Nasıl yaşamalıyım?” değil, aynı zamanda “Neden yaşıyorum?” sorusunun da peşindedir. Bu yöneliş onu felsefeye, dine, düşünceye ve değerlere yönlendirir.
Anlam; bireyin iç dünyasıyla dış dünya arasında kurduğu köprüdür. Bu köprü ne kadar sağlam olursa, bireyin iç huzuru ve toplumsal denge de o kadar güçlü olur.
Felsefi Temeller
Antik Yunan felsefesinde insan, evrenin bir parçası ve aklın taşıyıcısı olarak değerlendirilir. Sokrates’e göre insan, “kendini bilen” varlıktır. Aristoteles, insanı doğası gereği toplumsal bir canlı olarak tanımlar. Descartes, “Düşünüyorum, öyleyse varım” diyerek insanın bilinciyle varoluşunu temellendirir. Kant ise insanı, ahlak yasasının öznesi olarak görür ve şu temel ilkeyi ortaya koyar:
“İnsanı hiçbir zaman yalnızca bir araç olarak değil, her zaman bir amaç olarak gör.”
Bu düşünsel miras, insanı yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda etik bir özne olarak konumlandırır. Onun varlığı, sadece ne yaptığıyla değil, neyi amaçladığıyla da anlam kazanır.
İslam Düşüncesinde İnsan
İslam düşüncesinde insan, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak tanımlanır. Kur’an’da geçen “Andolsun ki biz, insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 4) ayeti, insanın yaratılıştan gelen değerini ifade eder. Ancak hemen ardından gelen şu ayet, bu yüce konumun her zaman korunamayabileceğini hatırlatır:
“Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik.” (Tin, 5)
Bu durum, insanın iki yönlü bir potansiyel taşıdığını gösterir: Yükselmek ile alçalmak arasında sürekli bir mücadele. İnsanı insan yapan da bu bilinçli tercih gücüdür.
Anlam, sorumluluk ve yalnızca Allah’a kulluk; İslam’da insanın temel yapı taşlarıdır. Bu bakış, insanın sadece bireysel değil, toplumsal ve ahlaki sorumluluklarını da ön plana çıkarır.
İnsan Hakları ve Sosyal Adalet
Modern insan hakları söylemi, bireyin yaşama, düşünce, inanç, eğitim ve adalet gibi temel haklarını güvence altına almayı amaçlar. Ancak bu hakların evrensel olması, her zaman güvence altında oldukları anlamına gelmez. Bugün hâlâ milyonlarca insan savaş, açlık, yoksulluk, ayrımcılık ve şiddet tehdidi altındadır. Gazze örneği, insanlık adına yüz kızartıcı bir tablo olarak ortadadır. Bu gerçeklik, insan haklarının yalnızca teorik bir söylem değil, ahlaki ve yapısal bir mesele olduğunu gösterir.
İslam’da bu hakların tarihsel temelleri, Hz. Muhammed’in uygulamalarında görülebilir. Medine Vesikası, çok dinli ve çok kültürlü bir toplumda birlikte yaşama iradesini ortaya koyar. Veda Hutbesi ise ırkçılığı ve ayrımcılığı kesin bir dille reddeden vurgularıyla evrensel değerler içermektedir.
Toplumun huzuru, bireyin korunmasıyla mümkündür. Eğitim, sağlık, barınma ve adalet gibi temel hakların herkese eşit sunulması, gerçek sosyal adaletin temelidir.
İnsan ve Günümüz Krizleri
Savaşlar, yoksulluk, göç dalgaları, çevre felaketleri, dijitalleşme ve tüketim kültürü, insanı hem fiziksel hem ruhsal olarak tehdit etmektedir. Birey, çoğu zaman bir veri, bir tüketici veya bir nesneye indirgenmekte; onuru ve mahremiyeti zedelenmektedir.
Yalnızlık artmakta, toplumsal bağlar zayıflamakta ve aidiyet duygusu kaybolmaktadır. Tüm bu krizler karşısında, insanı yeniden merkeze alan; onun değerini, haysiyetini ve anlamını hatırlatan bir yaklaşıma ihtiyaç vardır.
Sonuç
İnsanı merkeze almak; onu korumak, değer vermek, anlamak ve yaşatmak demektir. Bu, yalnızca bireysel bir sorumluluk değil; aynı zamanda toplumsal, hukuki ve ahlaki bir yükümlülüktür. Zira insan, ne yalnızca beden, ne sadece akıl; o aynı zamanda vicdan, anlam ve emanettir.
Modern dünyanın çıkmazlarına karşı, insanın onurunu, haklarını ve anlam arayışını esas alan yeni bir düşünsel ve toplumsal inşa gereklidir. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözü, sadece tarihî bir öğüt değil; bugünün en gerçekçi stratejisidir.