Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Aziz DARICI


İKTİDAR-YÖNETİM-KUTSALLIK

Aziz DARICI'nın yazısı;


 

İslam toplumu asırlardır kendi problemleri ile uğraşmaktadır. Kaybettiği “itibar”lı konumunu  tekrar kazanmak için vermiş olduğu uğraş, tarih sahnesine tekrardan çıkma arzusu  çeşitli şekillerde kendini göstermektedir. 

Dikkat edilmesi gereken husus, tarih sahnesine tekrar çıkarken kullanılan yöntem ve bu yöntemlere dayalı bakış açılarıdır. Birçok yapı, islam toplumunun düzelmesi için yapılması gereken ilk hamleyi, “iktidar alanına hâkimiyet kurma” olarak görmektedir. İktidara gelindiğinde,  dolayısıyla güç sahibi olunduğunda, Müslüman toplumun tekrar ayağa kalkıp  şahlanacağı fikri  ağır basmaktadır. 

Konu “acil”iyet olarak algılanınca, vahyin öngördüğü değer eksenli-ahlaki davranışlar sonraya bırakılmakta, güç ve iktidar elde edildikten sonra toplumun “ıslah” çalışmasına başlanılması gerektiği, bu düşüncenin dışa vurumu tartışmalı olsa da, perde arkasında sürekli vurgulanmaktadır. İktidar olunmadan, muktedir olunmayacağı tezi birçok hareketin ana konusu olarak masadadır.

Toplumu tepeden dizayn etme ideali, Hz. Peygamberden sonraki ilk dönem İslam toplumlarında da mevcuttur.  Hz. Peygamberin, vahiy doğrultusunda değer merkezli insan şahsiyeti oluşturma gayreti, dört meşru halife ile “zorda” olsa korunan bu emanet,  sonrasında büyük paradigma değişikliği ile güç ve iktidar denklemi içerisinde toplumu, “dizayn etmek, hizaya getirmek, kurallara uyma” çalışmaları sonucunda, devletin güdümünde faaliyet gösteren “birey”lere dönüştürmüştür. İktidar ve güç sahipleri kendilerini vahyin öngördüğü değerlerden ve ahlaktan muaf tutunca, diğer insanlar eğitime ve güdülmeye muhtaç insanlar olarak görülmüşlerdir. “Ulu'l emre itaat” ayeti, kendilerini meşru halife olarak Allah’ın yeryüzündeki dokunulmaz makamları olarak gören kişilerce “biat ve itaat”ın kolaylaştırıcı unsuru olarak fütursuzca kullanılıyordu. Sözüm ona idare edilen halklar, iktidar ve gücün çarkında, iktidar sahiplerinin öngördüğü büyük idealler doğrultusunda çabalayan “irade”siz bireyler halinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir.

Tebaanın soru sorma, eleştiri hakları da ellerinden alınınca, artık koşulsuz itaat anlayışı baş göstermektedir. Zaman içerisinde haksızlığa karşı çıkanların “hak ve adalet” adına başlattığı isyan hareketleri ise fitne ve fesat olarak değerlendirilip manipülasyon ile halkın gözünden düşürülmeye çalışılmıştır. 

Halk için var olan iktidarlar, artık iktidar için var olan halklara dönüştürülmüştür. İnsanların ihtiyacı için kurulmuş olan kurumlar, kendi “beka”larını teminat altına almak için insanları “öğüten”  birer değirmen taşına dönüşmüşlerdir. Toplumları bir arada tutması gereken değerler farklılaşarak, İslam'ın kendisi araç’sallaştırılarak,  Nietzsche'nin nihilizme giden yolda daha çok çöküş belirtileri olarak gördüğü tutumların bütünü olarak ifade ettiği “Dekadans” bir durum olarak kendini göstermiştir. 

Vahyin yanlış yorumlanması ile beraber kutsal devlet anlayışı “kutsal iktidar” anlayışlarına ve onun da tezahürü olan “kutsal insanlar”a dönüştürmüştür. Her kutsallık, koşulsuz itaat ve biat ister. Bunu sağlamanın öngörüsü olarak da “korku tünelleri” inşa etmekten geçmektedir. Daha sonra, kutsaldan dökülen sözlerin, kutsallıktan yapılan icraatların artık sorgulanamaz birer “hikmet”e, olumsuzluk içeren davranışların ise tevil edilerek gelecekte zuhuru beklenen “maslahat”a dönüşmesi beklenmektedir.

İslam'ın öngördüğü toplum için iyi olanın terk edilerek, siyasi otorite(seçkin) için daha iyi olan alana bırakılmasıyla, sosyolojik olarak halktan kopuk ama halk adına ülkeyi yönettiğini söyleyen iktidarların hüküm sürdüğü bir coğrafya ile karşı karşıyayız.  Her güç ve iktidar sahipleri gibi gücün gölgesinde, kendisi tarafından oluşturulan seçkinci zümresine peşkeş çekilen birçok dünya nimeti, söz konusu halk olunca İslami dilde “sabır-metanet”, siyaset dilinde “kemer sıkma politikası”, ötekileştirici dilde ise  “nankör-hain” olarak karşımıza çıkmaktadır. Daha inandırıcı olabilmesi için de Emevilerin ve bazı Osmanlı padişahlarının yaptığı gibi ulemaya “fetva” çıkarttırılarak; yapılan işlerin meşruluğu dini anlamda tartışılmaz hale getirilmiştir.

İlahi kelamın ayetlerinde, peygamberin uygulamasında önemle vurguladığı “İstişare ve Şura Meclisi”, ümmet aklının hayata yansımasını sağlıyordu. İstişare, yapılan hata ve sevapların, sorumlulukların beraberce omuzlanması demektir. Dolayısıyla hüzün-keder, sevinç-mutluluk aynı anda hissediliyordu. İster teokrasi, ister otokrasi, isterse demokrasi olsun; yöneten üst aklın, kendi iktidar alanını genişletmek ve kendisini halka meşrulaştırma çabaları içerisinde olduğu görülmektedir. Günümüzde ise kendi ses ve söylemlerine odaklandıklarından dolayı, farklı seslere karşı duyarsız kalma, eleştirilere kapalı olma davranışı sergilenmektedir. Siyasi olarak oluşturulan kutuplaşma dili ise toplumsal zenginliğin geleceğe taşınmasında tıkanma yaratmaktadır. 

Bu konuda değerli görüşleri olan Ümit Aktaş: "Despotik devletin en önemli sorunu, kendisini güçlendirmek için toplumu sınırlamasıdır. Bu sınırlama ise toplumun farklı açılardan özgürlüklerini, üreticiliklerini, sivil faaliyetlerini, siyasal örgütlenmelerini, bilimsel, düşünsel ve sanatsal yaratıcılıklarını sınırlandırmak anlamına gelir." demektedir. Sınırlandırılan, özgürlükten koparılan her şey;  “evrenselliğini-ahlakiliğini“ yitirmiştir. İslam coğrafyasını yöneten hâkim üst akıl, "ulusal ve milliyetçi" tavır sergilemekte, dolayısı ile "yerel ve milli" kalmak gibi bir zorunluluğa kendini mahkûm etmiş durumdadır.

“Balık baştan kokar.” sözü doğrudur. İlk önce güç ve iktidar sahipleri, İlahi kelamın ifadesi ile “Biz bir memleketi helâk etmek istediğimizde, onun refah içinde yaşayan şımarık elebaşlarına (itaati) emrederiz de onlar orada kötülük işlerler. Böylece o memleket hakkındaki hükmümüz gerçekleşir de oranın altını üstüne getiririz.” (İsra-16) tanımladığı zümreler, ilk önce imani-ahlaki olarak çürümeye başlar. Karun mantığının gereği olarak Kasas suresi 78.ayetinde geçen "(Karun) Dedi ki: “Bu (servet ve selahiyet), ancak bende olan bir bilgi (ve beceri) dolayısıyla bana verilmiştir...”  mantığa bürünen iktidar sahipleri ve yandaşları, “yenilenme-değişme-dönüşme”ye antipatilerinden dolayı, bu noktada muhafazakârlığa sığınacaklardır.  Emanet bilinci zamanı gelince "devri" gerektirmektedir. Güç zehirlenmesi, iktidar sevgisi, yönetme arzusu, makam ve mevki aşkı ise "Bizden başkası yapamaz!”  anlayışı hakim kılmaktadır.

Devlet yönetimlerinde, yönetme biçimlerinde esas olan “adalet”tir. En iyi yönetim şekli dediğiniz şey hem tarihsel, hem de göreceli bir bakış açısına tekabül etmektedir. Demokrasiyi kutsayanlar, Hz. Peygamberin ve dört halife devrine baktıklarında başka bir şey ile karşılaşacaklar. Bugünün iyisi olan şey, yarın için “ihtiyaç” duyulmayan bir şeye dönüşebilir.  Ama insan için “hak ve adalet” değişmez insani-imani bir taleptir.    

İbni Haldun'un ilahi öğretinin yansıması olarak devletler ve toplumlar için söylediği tarihsel ve sosyolojik gerçekliği kabul etmek, her kutsallık taşıyan imgenin, kutsal mantığın ürünü olarak öne çıkan "devlet ve toplumlar"ın,  A’râf Suresi 34. ayetinde geçen ilahi fermanında belirttiği gibi, " Her ümmet için belirli bir süre vardır; vakitleri dolunca ne bir saat gecikebilir ne de öne geçebilirler."  beri olmadığını bilmek gerekmektedir. Bizim  geleceğe taşımamız gerekenler, İslam’ın temel evrensel değerleri olmalıdır. Hakkı-hukuku-adaleti temel alıp, güzel-iyi ve erdemli bir toplum oluşturabiliyorsak, işte o vakit “anılmaya” değer bir toplum olarak yarınlara taşınırız.

“(Bu) Allah'ın vâdettiğidir. Allah vâdinden caymaz; fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm suresi 6. ayeti)

 

 

 

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR