Hırsızın dini, mezhebi, meşrebi, ideolojisi, kıyafeti ya da partisi olmaz. Hırsız, fırsatını bulduğu anda fıtratının gereğini yapar ve çalar. Çünkü onun için hırsızlık bir alışkanlık değil, bir karakter meselesidir. Ve bu karakter ne eğitimle ne de yasalarla düzeltilemediği sürece, hırsızlık devam eder.
Yüzyıllardır medeni kanunlarla övünülmesine rağmen, bu kanunlar ne hırsızlığı önleyebildi ne de caydırabildi. Her gün yeni bir yolsuzluk, her gün yeni bir soyulma biçimiyle karşılaşıyoruz. Oysa İslam’ın hırsızlık konusundaki uygulamaları küçümsendi, hatta hakarete varan eleştiriler yapıldı. “El kesmek çağ dışıdır”, “Modern dünya böyle bir cezayı kabul etmez” denildi.
Ne olaydı, bir hırsızın eli kesilseydi de herkes bunu görseydi… Belki o zaman hak yerini bulur, malların sahipleri huzur bulurdu. Çünkü “çalanın eli kesilir” hükmü, yalnızca bedenî bir ceza değil, bir toplumun adalet terazisidir. Kur’an, Maide Suresi 38. ayette bunu açıkça bildirir: “Hırsızlık yapan erkek ve kadının, Allah’tan bir ceza olarak ellerini kesin.” Bu hüküm sadece korku salmaz, aynı zamanda toplumu hakka ve mala saygıya yönlendirir.
Eğitim diyorsunuz, ona da bakalım. Bu hırsızların tamamı ilkokulda Ahlak Bilgisi, ortaokul ve lisede Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri aldı. Bu derslerde hırsızlığın ne kadar kötü olduğu defalarca anlatıldı. Peki, ne oldu da bu eğitim hiçbir işe yaramadı? Çünkü bugün toplumun malına, geleceğine, umuduna el uzatanlar, o sıralarda oturan insanlardı.
Bugünün hırsızları ise işi iyice kolaylaştırmış. Bir kısmı Atatürk’ün arkasına, bir kısmı da namazın, seccadenin, cami görüntülerinin arkasına saklanıyor. Kâbe önünde video çekip tövbe ettiklerini söylüyorlar ve toplumu buna şahit kılmak istiyorlar. Oysa kim öğretti size böyle bir tövbenin makbul olduğunu? Çaldığınız dururken, sadece gözyaşı dökmenin tövbe sayılacağını kim söyledi?
Bu kafayla devam ettiğiniz sürece ne arkasına saklandıklarınız ne de sahte gözyaşlarınız sizi kurtaracaktır. Çünkü tövbe sadece işin terk edilmesi değil, aynı zamanda elde edilenin de terkidir. Nereden, kimden, nasıl çaldıysan; sadece aynısını değil, o günkü değeriyle birlikte iade edeceksin. Birkaç garibanı sevindirmekle, bir camiye bağışta bulunmakla, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diye bağırmakla bu işten kurtulamazsın.
Adamlık, çalmamakla başlar. Kendini kandırmamakla, kul hakkını gasp etmemekle olur. Belki iki ayaklı şeytanlara uydun ama bırakacaksın. Vazgeçeceksin. İade edeceksin.
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Sizden öncekiler, içlerinden soylu biri hırsızlık yaptığında ona ceza vermezdi; zayıf biri çalınca hemen cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, kızım Fâtıma hırsızlık yapsaydı, elini keserdim.” (Buhârî, Hudûd 11) Bu söz, adaletin kimseye torpil geçmeyeceğini ortaya koyar. Bugün ise güçlüye kıyak, zayıfa tokat anlayışı hâkim. İşte yolsuzlukların, vicdansızlıkların ve adaletsizliklerin sebebi tam da burada yatıyor.
Osmanlı’da “müsâdere usulü” vardı. Devletin ya da milletin hakkına el uzatılmışsa, o mal zorla geri alınır; hazineye ya da sahibine iade edilirdi. Bugün ise devlet memurlardan mal beyanı alıyor ama denetim zayıf. Biri küçük bir silah yakalatsa ceza alıyor; öte yandan biri bir gemi dolusu mala el uzatsa ya yakalanmıyor ya da yanına kâr kalıyor. Bu ülkede hukukun gücü mü geçerli, yoksa gücün hukuku mu, artık ayırt edilemiyor.
Hırsız belediye başkanlarına her dönemde soruşturmalar açılmıştır. Gaziantep Belediye Başkanı Celal Doğan’ı, Kocaeli Belediye Başkanı Sefa Sirmen’i, İSKİ skandalını hatırlıyoruz. O günkü siyasiler, bugünkü gibi sanıkları canhıraş şekilde savunmaz, savcıları tehdit etmezdi. “Aklan, gel.” derlerdi. Bugünse hukuk yakanıza yapışınca feryat ediyorsunuz. Çünkü bugüne kadar ne yapılsa yanınıza kalıyordu. Artık kalmasın. Kimsenin yanına kalmasın.
Bu toplum artık sahici tövbelere, hakiki yüzleşmelere muhtaç. Vicdan sahibi olmak için sadece gözyaşı dökmek yetmez. Elindeki haramı bırakmadan, hakkı sahibine teslim etmeden arınmak olmaz. Huzur, ancak hak yerini bulduğunda gelir.