Ümit AKTAŞ

Tarih: 16.01.2020 11:32

Hangi İstanbul?

Facebook Twitter Linked-in

Siyasal stajını İstanbul’da yapan Erdoğan’ın İstanbul sevdası bir türlü bitmek bilmiyor. Tabi bu sevda, âşığı kadar maşukunu da bitiren türden. Daha dün İstanbul’a, yani maşukuna ihanet ettiğini itiraf ederken, şimdilerde ise bu ihanetin sürdürülmek istendiği beyan edilmekte. Neredeyse Türkiye’nin dörtte birini barındıran, dünyanın her yanından misafirler kabul eden bu kadim şehir, taşıdığı yük yetmezmiş gibi, şimdi de bir kanal etrafında inşa edilmesi düşünülen yeni bir şehirle, yeni bir iskâna açılmak istenmekte. Proje olarak takdim edilen gökdelenlerle süslenmiş bir kanal, bir yandan Yarımada’yı ada’ya çevirirken, öte yandan daha da katlanacak nüfusuyla, şehrin geleceği hususunda kara kara düşünmemize yol açmakta.

Kuşkusuz ki bu “proje”ye baktıkça iştahı kabaranlar da var: Proje’nin gerçek sahipleri, yani müteahhitler ve emlak sahipleri. Bir süredir şehrin kaderine hükmeden bir zümre bu. Yatay mimariyle dikey arasındaki bu söylem kırılmaları da, onların baskılarıyla oluşmakta. Yoksa “bilge mimar” Turgut Cansever”in öğütleriyle değil. “Aşk’a dair söylemlerdeki kırılmalar da (pek tabi ki İstanbul aşkı değil, sermayenin aşkı), esasında aşkın maskelediği gerçek sevdayı, yani ranta dair sahici tutkunun üstünü örtmekte: Koskoca bir inşaat müteahhitleri zümresinin tutkusunun. Nicedir yatmakta olan iş makinalarını işe koşmak bir yana, ufukları bir duvar gibi kapatmış olan İstanbul sahillerini ikame için “beyinlerini” patlatarak “çılgınca” alternatifler oluşturan emlak komisyoncularının tutkusunun. Ha, bir de işgüzarlar var; küçük insanlar, laf dolandıranlar, şaklabanlar, kelime tüccarları, pazarlamacılar. Mesela “rant lobisi rahatsız” diyeceklerine sürçü lisan edip, “Montrö lobisi rahatsız” diyen ideoloji pazarlamacıları. Bir zamanlar günün icabı rahle-i tedrisinden geçer gibi yaptıkları İslamcılığın elde kalan avadanlıklarını haraç mezat satmak için, devrimci heyecanların artığı sütunlarında emlak komisyoncularına tellallık yapanlar.

Boğaz’a paralel bir kanal yapılması, adı üstünde bir “çılgın” proje. Bu tür çılgınlıkların örnekleri pek çoktur tarihimizde. Balıklara altın saçanlar, Boğazın kenarlarına saray serpiştirenler, lale soğanlarına binlerce lira verenler ve en sonuncusu da Allah’ın lütfu olan Boğaz’a yeni bir “boğaz” ekleyerek, Yarımada’dan bir ada çıkarmak isteyenler. Türkiye gibi yatırım kaynakları sınırlı olan bir ülkenin bu tür çılgın projeler sonucu batması ise işten bile değil. Zaten toplumsal batışlara bu tür çılgınlıkların eşlik etmesi, neredeyse doğal bir “efekt” gibidir. Betonlaşmanın sınırsızlığına bahane edilen bu kanaldan da kayıklar geçebilecektir belki. Tıpkı bir zamanlar, yani tekerrürü için elbirliği ile yeni yeni çılgınlıklar icat edilen “Lale Devri’nde”, Göksu’dan, Kâğıthane deresinden kayıkların geçtiği gibi. Çünkü bahanesi için bahsi edilen o devasa gemilerin bu kanaldan geçmeleri hiç de kolay değil. Ayrıca buna dair bir mecburiyetleri de yok. Ama bir gemi geçecek midir? Hatta balıklar yüzecek midir bu hayali derecikte? İşte buna verilebilecek aklı başında bir cevap yok.

Beri yandan bir yığın şaşaa ile açıklanan bu projenin Türkiye’nin ihtiyaçlar listesinde bir yeri var mı? Onun da bir cevabı yok! Ola ki şuara zümresinden bazı safdillere kese kese altın ihsan edile muhayyel cevaplar için. Gerçi günümüzde bunlara artık “troller” denilmekteymiş ama da bu bahsi diğer. Uygarlık ise ne yazık ki bu tür “pahalı” gösterilerle gerçekleştirilemiyor. Zira uygarlık, en azından ihtiyaçlarının sıralamasını yapabilme becerisini gerektirir. Bir yığın acil ihtiyacımız dururken, böylesi “ölü” projelere yatırım yapmak ise, kelimenin tam anlamıyla bir çılgınlıktan başka bir şey değil. Ama yükselme döneminde akıllı olanların batarken çılgınlaştıklarına az mı tanık olundu? Kıyamet alâmeti dedikleri ise tam da bu olsa gerek!

Çünkü:

Dolayısıyla bu haliyle yapılması düşünülen kanal projesi, Türkiye’yi sadece İstanbul’dan ibaret görmekten ve İstanbul’un rant sahasını genişletmeye çalışmaktan başka bir anlam ve işleve sahip değildir. Bu ise aslında İstanbul’a ve dolayısıyla da Türkiye’ye yapılacak en büyük kötülüktür.

Bir Referandum Ne zaman Yapılır?

Gerçi Türkiye’de iktidarlar emrivakilerden oldukça hoşlanırlar. Ve hatta mümkün olduğunca halkın işin içerisine “burunlarını sokmasını” engellemeye çalışırlar. Oysa son tahlilde onlara hizmet etmektedirler ve onların da bu hizmetlerle ilgili talepleri kadar, bilgi ve tecrübeleri de vardır. Ama mesele getirilip dört yılda bir yapılan ve türlü manipülasyonlarla biçimlendirilen seçimlere (oy vermeye: sandığa) indirgenir.

Mesela 15 milyonluk bir şehirde, 10 günlük ÇED Raporuna itiraz sürecinin, tıpkı yüz bin kişilik bir şehirde olduğu gibi, bir tek merkezde yapılmasına tabi tutulan mecburiyet gibi. Eğer işin ucunda milyonlarca insanı ilgilendiren bir kötülük veya hayatlarını etkileyen bir değişiklik varsa, yapılacak olan bu “proje”yi onlara sormaktan daha tabiî olan ne vardır? Onların görüşleri önemliyse -ki önemlidir elbette, çünkü Ankara’da yaşayan siyasiler değil, kendileri doğrudan doğruya etkileneceklerdir-, o zaman sözgelimi tüm muhtarlıklar, kaymakamlıklar ve belediyeler harekete geçirilerek masalar açılmalı ve halkın görüşlerinin olabildiğince öğrenilmeye çalışılması gerekli değil midir? Ama yapılan nedir: Birkaç bin kişinin ulaşabildiği sınırlı bir zaman ve mekânda, daraltılmış bir başvuru sayısıyla yetinmek. Daha sonra da: “Eh! Ne yapalım, birkaç bin kişinin itirazı yüzünden koskoca bir projeyi yapmaktan vazgeçecek değiliz herhalde” diyerek, yoluna devam etmek.

Bu şartlarda en doğrusu referanduma gitmek değil de nedir peki? Daha doğrusu referandumlar niçin yapılır ki? Sadece cumhurbaşkanının nasıl seçileceğini belirlemek için mi? Oysa bu, halkın hayatını şehrin ortasına yapılacak bir kanal kadar doğrudan etkilemekte değildir. Esasına bakılırsa referandumlar, halkın görüşlerini almak açısından seçimlerden daha doğrudan olan bir başvuru yoludur. Bu yüzden oldukça kıymetli ve gereklidir. Hem de bu, ülkenin geneline değil, sadece o şehre, o şehrin sakinlerine ait bir sorun olduğu ve dolayısıyla sadece o şehrin yaşayanlarına sorulacağı zaman: Şehrinize bir kanal yapılmasını doğru buluyor musunuz? “Boğaz”daki gemi trafiğinden rahatsız mısınız? Şehrin nüfusunu birkaç milyon daha artıracak bir projeyi kabul ediyor musunuz? Ve hatta mademki asıl olan gemi geçişleridir, birkaç seçenekli de olabilir bu sorular:

Sonuç olarak, Cumhuriyetin yüzüncü yılına giderken, ortaya çıkan manzara şu ki, “otobüs durakları için fikrimizin alınmasını” (burada bir gülücük olmalıydı tabi) bir yana koyalım, ana dilin kullanılmasından burnumuzun dibine ansızın bir gökdelen dikilmesine, bir ülkeye asker gönderilmesinden (veya savaş açılmasından) mahallemize bir fabrika yapılmasına değin hayatımızı doğrudan etkileyen hiçbir konuda görüşüne başvurulmayan etkisizleştirilmiş bireyler olarak ve maalesef, demokrasiye geçiş söylemleri ortasında otoriter cumhuriyetlerle yaşamaya mecbur edilmiş “sürüler” durumundayız. Bir zamanların demokrasi eleştirileri cumhuriyet savunularıyla yer değiştirirken, sıkıştırıldığımız cephelerin körleştiriciliği altında, asıl tartışılması gerekenin bu “sürü” olma durumundan çıkış mücadelesi oluşunu ise görebilmekte bile değiliz.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —