Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Fedakar KIZMAZ


Hac Bir İnsanı Böyle mi Değiştirir: Dedem(*)

Fedâkar Kızmaz'ın " yeni" yazısı...


“O günahkârların, Rableri huzurunda başlarını öne eğecekleri, “Rabbimiz! Gördük duyduk, şimdi bizi (dünyaya) geri gönder de, iyi işler yapalım, artık kesin olarak inandık” diyecekleri zamanı bir görsen!”

(Secde Suresi, 12)

Yıl 1971, daha uçakla paketlenen insanların üç günde hacı oldukları zamana yarım asır varken. Uçak, sadece devlet yetkilisi birkaç ayrıcalıklı insanın binebildiği lüks ulaşım aracı sayılıyorken… 12 Eylül olmamış; karayoluyla Hac, bulaşıcı hastalık bahaneleriyle yasaklanmamış henüz. Allah’ın en zengin coğrafyasında yaşayan İslam dünyasında ki fakirlik ise diz boyu. Bu yüzden, hacca gideceklere kota diye bir ihtiyaç hiç oluşmamış. Henüz İran’da İslam Devrimi olmamış, Şii -Sünni savaşı başlamamış. İslam ülkelerinin darbeci generallerinin koltuklarına dokunulmamış, kralların tahtları Arap isyanlarıyla sallanmamış; El Kaide, DEAŞ gibi örgütler İslam adına Müslümanları katletmemiş, dünyanın tüm sömürgeci devletleri Ortadoğu’yu tarihin en büyük arenasına çevirmemişken… Türkiye henüz dünyanın en pahalı haccının yapıldığı, ama bir kişiye on yıl boyunca hac kurasının çıkmadığı, bu yüzden hileli yöntemlerle hacı olanları çokça olduğu bir ülke değilken… Artık üç günlük bebeklerin anne kucağından anlık selfie gönderebildiği, Kâbe’nin tepesindeki lüks otellerde iki kişilik lüks odalarda karı-koca birlikte hac yapıp üç öğün açık büfelerden kilo alınarak dönülen zamanlardan çok önce… Adım başı herkesin birbirini ‘hacım’ diye hitap etmediği zamanlarda… ‘Hacı Amca hitabının merhametsiz mülk sahiplerini çağrışım yaptırmadığı zamanlardan birinde… Bir varmış bir yokmuş bir ‘Hacı Dede’ varmış:

 

Hicaz’a Gidip Mahşer’den Dönen Hacı

Yediğim ilk hurmanın tadı hâlâ damaklarımda duruyor, istediğim anda gözümün önüne getirebiliyorum o açık kahverengi, parlak, hafif yağlımsı Tunus hurmasını. İlk hurma dedimse devamı yoktu zaten, belki “yediğim o tek hurma” desem daha doğru olur. Önce; üstünde at nalı olan, kadınlı erkekli birçok kişinin girip çıktığı kapının önünde onlarca çocuk, sevinçle başımıza geçirdiğimiz altın simli beyaz hacı takkelerini becayişle değiştiriyoruz, koca kafalı olanlarımıza büyük, sivri kafalı olanlara küçük takke… Sonra; elimizde tuttuğumuz birer hurma bitmesin diye ön dişlerimizin ucuyla azar azar ısırdığımız, arada bir göz ucuyla arkadaşlarımızınkini kontrol edip önce bitiren ben olmayayım endişesiyle yalamayı tercih edip saatlerce bitmesine izin vermediğimiz o hurma var ya o hurma… Dedemin üç aylık hasretinden sonra bidonlarla getirdiği zemzem, çuvallarla gelen hediyeler ve hurmalar. “Daha çok gelen giden olacak, şimdilik birer tane yeter” diyerek ninemin( babaanne) kilitli sandıktan çıkarıp elimize tutuşturmaya çalıştığı ama bizim kaptığımız o hurmalar…

Yaş, beş ya da bilemediniz altı. Dedem hacca gidecek ya önümüzdeki Cuma, evde bir üzüntü, bir sevinç, bir merak; ya gidişi olur da dönüşü olmazsa korkusu, peşinden gelen gözyaşları, teselliler; “Döner inşallah döner, orada kalırsa da üzülmemek lazım, ne mutlu, Allah’ın evinde ya da peygamberin yanında… Neyse gene de döner inşallah döner, hayırlısıyla bi gitsin, göz açıp kapayana gelir inşallah”lar…

Neredeyse bir aydır dedemi göremiyorum. Hacca niyetlendikten sonra namazlarını hiç aksatmıyor, sabah namazlarını da camide kılmaya başladı. Üç dört kişiyle kıldıktan sonra (o zamanlar kadrolu imam, müezzin, lojman, minare, hoparlör yoktu; kim önden giderse Bizans kiliselerinden kalma iki metre yüksekliğindeki sütunun üstüne tırmanır, avuçlarıyla kulaklarını kapatır, avazının çıktığı son sesle dört yana döne döne ezanını okurdu; camidekilerden biri öne geçer namazı kıldırırdı, imam diye de bir mesele olmazdı), babamın eyerini/dizginlerini taktığı alnındaki beyaz noktayla dikkatleri çeken kızıl ata binip civar köylerdeki akrabaları, eşini dostunu ziyaret ediyor, kapı kapı dolaşarak kadın erkek -bugüne kadar bir şekilde hakkının hukukunun geçtiğini düşündüğü- herkesle helalleşiyordu.. Atının eyerinin arkasına koyduğu heybeye yiyecek, giyecek, hediyelik ne varsa koyar kapısını çaldığı her eve az çok bir hatıra bırakır, gönüllerini alırdı. 

Sadece insanlarla değildi vedalaşması; “ayak basmadığım noktası yoktur buraların” dediği köyümüzün çevresindeki tüm araziyi bir daha göremeyecekmişçesine gezer, o arpaların, buğdayların, yabani otların, adlarını bilmediği rengârenk çiçeklerin kokusunu içine çekerken ağladığını söylerdi gece yarıları eve döndüğü zaman. Sabah çiyinde otlardan ayakkabılarının ıslanıp sonra çamura batmasından, her sabah güneşin doğuşunu izlemesinden, orak biçtikleri günlerin öğle sıcağında tarlaların ortasındaki tek tük asırlık meşelerin gölgesinde süzme yoğurttan eritilip komşularla birlikte içtikleri o köpüklü ayrandan söz eder, “acaba yine nasip olacak mı o günler yeniden” diye iç geçirirdi.

Ormanları da ihmal etmedi; (kışın zemherisinde karın altından çıkarıp ocağın ortasına dikilen, önce dumanından rahatsız olduğumuz ama kurudukça çıtır çıtır yanmaya başlayıp kıvılcımlarının ateş böcekleri gibi art arda bacadan kaçtığı koca koca meşe kütüklerini el testeresiyle, baltayla kestiği o yemyeşil ormanlar. Ormancı korkusuyla herkesin gizli gizli kestiği, ama kimsenin birbirini görmemiş gibi davrandığı o zamanlar, her bacadan simsiyah dumanlar eksik olmazdı), her bir patikada, her subaşında, ormanın bereketi her bir ıhlamur, kızılcık, döngel, fındık ağacının başında durup helalleştiğini duydum babamlarla konuşuyorlarken, aynı oda da biz üç kardeş tek yatağa sığışmış henüz uykuya dalmamışken…

Çocukluğundan itibaren her selden sonra yeni göletlerin oluşup eski göletlerin yok olduğu, her yaz ayrı ayrı yerlerde yüzdükleri dereleri de unutmadı. Ne balıklar tutarlarmış eskiden, büyük büyük, önce suyun akışını değiştirip sonra kovalarla gölü boşaltır, ne kadar balık varsa yakalarlarmış. Buz gibi sularından kafalarını eğip kana kana içtikleri o çoban pınarlarını da unutmamış, dudağının her değdiği o pınarlara da uğrayıp içmiş kana kana, belki bir daha nasip olmaz iç burukluğuyla…

Bugün de köyün arka yamacındaki mezarlığa uğramış. Tek tek dikilmiş her bir taşın başında, rastgele tarladan çıkarılmış taşlarda isim misim yokmuş, bilebildiği kadarıyla her tanıdığına Fatiha okumuş, ağlamış bazılarının başında. Hele dargın olarak ayrıldıkları bir iki komşusunun başında ne pişmanlık gözyaşları akıtmış, keşke zamanı geri getirebilse de barışma imkânları olsa… Dönüşte tarlalardan geçerken düşünmüş, orada yatanların çoğunun ot meselesi, sınır meselesi yüzünden ne kavgalar ettiğini, kazma kürek, balta nacakla ne yaralamalı dövüşlerin olduğunu hatırlayıp ah etmiş, “aha işte” demiş duyup duymadıklarıyla ilgilenmeden, “yan yana yatıyorsunuz sessizce, o tarlalar, o sınırlar da duruyor yerlerinde, keşke düşmanca beklemek yerine hesap gününü kardeşçe yatsaydınız ya şurada..”

Bugün yola çıkacak dedem; erkenden kalktık, anamın erkenden sacayağının üzerinde çalı çırpıyla pişirdiği bir tencere tarhana çorbasını kocaman tahta sininin çevresine sıkış tepiş oturup ortaya konulan kocaman tastan tahta kaşıklarımızla içtikten sonra köyün çıkışında toplandık. Konu komşudan bizden önce gelenler, erkekler bir tarafta, kadınlar kızlar bir yanda, erkek çocuklar başka bir tarafta öbek öbek dedemin gelişini bekliyorlar. O ise dün gece evimize gelemeyen yaşlı ve hastaları ziyaret edip hayır dualarını almak için son bir daha kez gezmiş kapı kapı… Nihayet geldi, tek sıra halinde dizilmiş erkeklerle kucaklaştı uzun uzun, tekrar tekrar. Sonra kadınların önünde dura dura her biriyle kısa kısa helalleşti. Bazı kadınlar sadece el hareketiyle güle güle derken bazıları komşuluğun ve yılların birlikteliğinin dayanılmaz ayrılığı öncesi elini öperek hatta bazıları sarılarak vedalaştılar. Bembeyaz elbiseleri içindeki dedemi sanki yürüyen bir cenazeye benzettim bir an, sanki ölmüş de ahirete uğurluyormuşuz gibi. Beline ancak ulaşan boyumla sarıldım bacaklarına, “gitme ne olur” dercesine, şefkatle kucakladı, öptü, kokladı, içine çekti, (geçenlerde bir kez daha seyrettiğim Çöl Aslanı filmindeki idam öncesi son karede Ömer Muhtar’la torununun görüntüsü gibi), yüksekten bakınca ne kadar gururlandım bilemezsiniz, o kadar insan dedemi uğurlamaya gelmiş, her biri gözyaşlarını gizleme gereği bile duymadan ağlıyorlar ondan ayrılacakları için, tıpkı bir ölünün ardından ağlar gibi..

İlk kez giydiği gıcır ayakkabılarının ahır gübresine bulaştığını ve üstüne de hayvan kokusu sindiğini fark eden babam gülerek sitem etti: “Giderayak yeni elbiselerini kirletmişsin, insan içine çıkacaksın” diyerek. Dayanamamış, yıllardır her yükü çeken, çok zaman haksızca canlarını yaktığı öküzleriyle helalleşmiş, okşamış sevmiş öpmüş, melül bakışlarından onların da bu ayrılığı hissedip üzüldüklerini göz pınarlarından akan birer ikişer gözyaşından anlamış. Sonra sırayla ineklerle, buzağılarla koklaşmış, koyunların ağılına da uğramadan ayrılmak içine sinmemiş, kurbanlık olarak seçilip kınasını da dün akşam el birlik yaktığımız en iri damızlık koçu da kendisini cennete uçuracak Burak’tır (adını da o yüzden Burak koyduk) umuduyla kucaklamış; son bir kez de tavuklara yem atmış topluca göreyim diye…

Kadınlar gözyaşlarını tülbentleriyle silerken bir yandan, komşunun traktörünün römorkuna binen (o zamanlar sadece bir kişide vardı zaten) birkaç erkek, yol boyunca yemesi için hazırlanan bir çuval çeşitli yiyeceği de yükleyerek yavaş yavaş uzaklaşıp gözden kaybolana kadar eller sallanmaya devam etti. Şehrin otogarında onlarca otobüse binen hacı adayları son anlarında kendilerini yalnız bırakmayan yakınlarını da geride bırakıp kervan yola ilerlerken pencerelerden geriye bakan yaşlı gözleri bir daha görüp göremeyeceğini kimse bilemezdi tabi…

Hiçbir zaman görmediğim kadar misafirimiz oldu o Kurban Bayramında, Burak adını verdiğimiz koçumuzun eti sonuna kadar tükendi, kapı kapı dilenen köyün kenarına çadır kuran göçebe elekçiler de nasiplendi etinden, köyde yüzyıllardır süren gelenek sayesinde öğleyin cami avlusuna kurulan sofralara oturan yerli yabancı herkes de yedi doya doya… O bayram en kalabalık ama bir o kadar yalnızlık içinde geçti benim için, çünkü en sevdiğim kişi, gocabam (dede) yoktu aramızda.

 

Dönüş

Gidişinden iki buçuk ay sonra kimsenin haberi yokken (eski Türk filmlerindeki gibi) bir kuşluk vakti nefes nefese kapıya dayanan komşunun kızı müjdesini istediğinde haberimiz oldu dedemin köyün girişine yaklaştığından. Elinde bir bavul vardı sadece, asıl yükünü otogarda bırakmış, (sağ olsun komşumuz traktörüyle gidip getirdi hemen o gün; “borcumuz ne” diye sormak ayıp sayılır, sorulan kişi kendine hakaret sayardı bu soruyu o zamanlar…)

Beyaza çalan rengi gitmiş, Araplar gibi esmer olmuş dedem. Ama yüzünde tarif edemeyeceğim bir huzur, bir mutluluk, tüm sıkıntılarından kurtulmuş, hastalıktan iyileşmiş, borçlarını ödemiş bir ruh hali vardı, ilk kez gördüğüm sakallı hali ona ayrı bir ruhani karizma katmıştı Sanki “Ey mutmain olmuş nefis, gir cennetime Rabbin senden razı olmuş olarak…” ayeti o gün onun için nazil olmuşçasına bir huzur. Sonradan anladım ki o kemale ermiş yüz sadece o güne has değilmiş. O iki buçuk aylık uzun yolculuklarda birlikte olduğu birbirinden değerli çeşit çeşit insanın her birinden bir güzellik, bir bilgi, bir hüner kapmış. Derin bir tas büyüklüğünde çukur bir köyde geçirdiği 60 yıllık kısır bir ömürden sonra dünyayı keşfetmiş bir insanın ruh haliyle bambaşka bir insan vardı karşımızda. Hiç Mekke’ye varamamış, Arafat’ta mahşeri yaşamamış, Müzdelife’de Mina’da onlarca farklı renkten dilden rengarenk insanla kucak kucağa yatmamış, ekmeğini bölüşmemiş, Kâbe’nin çevresinde tavaf ederken o itiş kakışta kimseye kızmadığını fark etmemiş de olsa sadece yol boyunca öğrendiği bilgiler ve edindiği tecrübeler bile bu yolculuğa çıkmak için yeter de artar sebeplermiş… Yol boyunca hocaların anlattıklarından neredeyse bütün peygamberlerin hayat hikâyelerini öğrenmiş. Kur’an’ı makamla okuyabiliyormuş artık. İslam adına sadece imanın ve İslam’ın şartlarını ve 32 farzı bilirken önceleri, bu yolculukta İslam adına ne incelikler ne adalet ne merhamet ne cömertliklerle karşılaşmış, bizzat yaşayarak öğrenmiş birçok değeri. Mesela biraz esmer olduğu için hoş olmayan lakaplarla aşağılanan insanlardan sonra, orada kömür karası Afrikalılarla koyun koyuna yatarken kardeş olduklarını hissettiğinde bu renklerin meğer sadece gökkuşağına güzellik veren birer katman olduğunu anlamış.

Hayatında 20 kilometrelik en yakın şehre bile iki elin parmakları sayısınca gitmemiş olan dedem gitmiş, Konya’da Mevlana’dan, Mersin’deki Ashab-ı Kehf’ten, Urfa Balıklıgöl’den, Suriye gümrüğünden, Şam’da deve eti yahniden, Bilal-i Habeş’in mezarından, Ürdün’den, Çöllerden… Anlatan çağdaş Evliya Çelebi gelmişti sanki… Yola çıkarken buradaki ekinler başağa durmamışken güneye indikçe biçilmiş anızlarla karşılaşınca anlamış dünyanın kaç bucak olduğunu. Portakal bahçelerini görünce demiş “bizim oralarda niye yetişmesin ki bu meret”; yol boyunca değişik şehirlerde değişik sebze meyve bahçeleri görüp aslında fakirliğin bir kader olmadığını anlamış ve eğer Allah yeniden köyüne dönmeyi nasip ederse bulabildiği her bitkiyle tarlalarını güzelleştireceğine, hatta yol boylarına bile süs bitkilerinden meyveye kadar ekeceğine kendi kendine söz vermiş.. Yetinmeyip çevresiyle de bu tecrübelerini paylaşıp müreffeh bir çevre oluşturmaya azmücezmü kast eylemiş.

Daha geldiğinin ilk günü bu düşüncelerini uygulamaya başladı. Söylemesi ayıp, o zamanlar kanalizasyon olmadığı için evlerin giderleri kendisine doğal yol bulup yavaş yavaş dereye kadar ulaşırdı. Sanki normalmiş gibi herkes bu görüntüden, kokudan rahatsız olduğu halde kimse bunun bir sorun olduğunu bile aklına getirmezdi. Dedem kendisini ziyarete gelenlere bu konuyu açmış, ertesi günü her evin alt tarafındaki bahçeye birer derin kuyu kazılıp uluşturulan bir arkla gider sağlanmış ve üstü geniş taşlarla kapatılarak koku ve pis görüntüden kurtulmuştuk. 

Köyün tavukları birbirine karışır ya da çalınma gibi durumlarda ayırabilelim diye kadınlar tarafında icat edilen bir vahşi uygulama dedemin uyarıları ve cehennem azabıyla korkutması sayesinde son buldu. Daha üç beş günlük tavuk, ördek, hindi civcivlerinin parmaklarından biri paslanmış makasla kesilir, küle batırılarak salınır, yavrucağın ciyak ciyak bağırışları hiçbir kadının ana yüreğinde bir gram merhamet hissi oluşturmazdı… Neymiş, her hanenin bir işaretiymiş, mesela bizim tavukların sağ ayağının iç parmağı kesik olurdu. Bir başka komşunun sol ayağının orta parmağı, ya da bir başkasının sol ayağın dış parmağı ile sağ ayağın dış parmağı. Günün birinde şayet kaybolursa bulabilme adına yüzyıllardır işlenen cinayet dedemin hac yolculuğunda canlanan merhamet damarı sayesinde son buldu. Sadece bu mu? 

Boğalar güreştirilir, zevkle seyredilirdi. Köpekler dövüşsün de biraz keyif alalım diye başında toplanan koca koca adamlar acıyla inleyen köpeğin görüntüsünden haz duyardı. Nişan olsun diye öküzlerin sırtlarına ateşte kızdırılmış damgalar basılır, “cos” sesiyle aynı anda çıkan bir duman ve yanık kukusuna acıyla feryat eden hayvanın böğürtüsü karışır ama kimse o hayvanın çektiği acıya empati yapmazdı (zaten bu kelime o zamanlar daha dünyaya gelmemişti). Köpeklerin kulakları, kuyrukları sanki bir yaprak bir fidanmışçasına kesilir, bu “vakayı adiye” den sayılırdı (şükür hayvan hakları yasası sayesinde artık bu vahşetler “vakayı adliye” den sayılacak). Hacca gidip Araplara para yedirmeyelim, kurban vahşetine son verelim diye pankart açan hayvan hakları savunucuları eğer dedemdeki bu merhamet birikiminin iç dinamiklerini çözümleyebilseler “ah benim akılsız kafam” deyip o pankartları kendi başlarında paralarlardı.

Yaz sıcaklarında elinden düşürmediği bir sinekliği vardı; uzun bir sapı, avuç içi kadar da deriden yapılma vurma yeri. Sanki eğlence gibi gelirdi kendisine, ama hac dönüşünde ilk yaptığı uygulamalardan biri, tüm o saydığım vahşetlere son verdiği gibi, o sinekliği ateşe atmak oldu. “Ben” diyordu “ihramlıyken, bırak sinek öldürmeyi, başımdaki saçı bile taramam yasaktı ki, bir iki tel saçım yerinden kopup düşmesin, canlı sonuçta. Bir otu koparmak, bir böceği öldürmek, bir karıncayı ezmek bile yasak orada. Allah’ın yarattığı hiçbir canlıyı zorunlu olmadıkça öldürmek günahtır.”

Yine, bütün çiftçilerin, hızlı gitmeleri için öküzlerin kalçalarını dürtmek için ucuna sivri demir taktıkları uzun saplı üvendireleri vardır. Hele sağ taraftaki öküzün sağ kalçasının delik deşik olduğu çift sürme zamanı yok mu?.. Rahmetli dedemin ilk kırdığı odun parçası o oldu. “Çiftçilerin vazgeçilmezi olan o sivri uçlu sopa yüzünden o konuşamayan zavallı hayvanlar şikâyetçi olduğunda onların savcısı o çiftçinin kendi elleri olacak” derdi dedem. Dedemin öncülük ettiği birçok güzel uygulama gibi bu da yaygınlaştı ve zavallı hayvanlar rahat ettiler.

Veda Hutbesi’ ni ezberlemiş o yolculukta, babam bazen kızdığında anama vurduğu olurdu. Daha ikinci günü gelişinin, babamı bir kenara çekmiş, “bu kadın sana Allah’ın emanetidir, bir daha Allah’ın emanetine el kaldırma” demiş, bizim evde o gün başlayan kadına saygı geleneği dalga dalga yayıldı kısa sürede, artık kadına dayak diye bir şey yok bizim oralarda. İslam adına hüküm veren hocaların yerine keşke dedemi tanımış olsalardı kadın hakları savunucuları.

Komşuluk haklarına daha bir önem verir oldu dedem, daha bir cömert daha bir barışçı insan oldu hac dönüşü. Bulunduğu her ortamda artık kendisine daha çok saygı duyulur oldu, sanki medrese mollasıymış gibi her dini mesele kendisine sorulur oldu zamanla. Baktı ki çok eksiği var dini bilgi adına, şehre ilk gittiğinde ‘Hak Dini Kur’an Dili’ adında bir kalın kitap almış, akşamları loş kandil ışığında onu okumaya başladı. İlk önceleri sessizce sadece kendisi okurken, anamın hatırlatmasıyla sesli okumaya başladı. Sonra komşulardan da gelenler oldu, derken bizim ev oldu dershane. Sonra sonra ev ortamı dar gelmeye başlayınca camiye taşıdılar dersleri. Demişler komşular, “sen bu işi iyi yapıyorsun, bari gündüzleri de çocuklara da ders ver, biz de sana karşılığını verelim.” Dedem, “hayır, din parayla öğretilmez” falan dediyse de allem edip kallem etmiş razı etmişler. “Hediye de günah olmaz ya” demişler ve dedem camide oldu mu hoca… 

İlk ezanını duyduğumda nasıl şaşırdım bilemezsiniz. Hiç bizim önceden dinlediğimiz ezanlara benzemiyor, meğer Kâbe’deki ezanları dinleye dinleye o makamı benimsemiş. Söylemeyi unutacaktım bu ezan mevzusu açılmasaydı, tam tecvidine uygun Kur’an da öğrenmiş oralarda. Hatta yol boyunca biri varmış; mevlit, ilahi bir sürü şey ezberlemiş ondan. Biri daha varmış, “kıssacı” takmışlar adını, ne hikâyeler ne tarihi bilgiler anlatmış günler geceler boyu.

Hasılı sadece hacı olmamış, âlim olmuş aynı zamanda dedem… Ama en önemlisi de iyi bir insan, örnek bir Müslüman nasıl olunur yaşayarak öğrenmiş…”Ben” diyordu, “Hicaz’a gittim, Arafat’ta mahşer yerini gördüm. Allah’a dua ettim orada. “Ya Rabbi, beni dünyaya bir kez daha gönder, hakkıyla kul olacak, senin rızan için yaşayacağım.” Allah bu fırsatı bir kez bana vermiş, onu kullanıyorum. 

 

*)Benim hiç dedem olmadı;
merhum babamın babası, Yunan savaşında evliliğinin ikinci ayında İzmit'te henüz babam doğmadan şehit olmuş.

Merhum anamın babası da ben doğmadan vefat etmiş.
Hepsinin de mekanları Cennet olsun

 

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR